HAYATTAN İLHAMLAR
HAYATTAN İLHAMLAR
Cenab-ı Hak, kendisinin kalbi kırıklarla beraber olduğunu bildirir. Kusurları ve günahları sebebiyle daima kendini kınayan kimselerdir.
Kalbi kırıklar, o erler ki gönül fezasındalar. Toprakta sürünme ezasındalar. Yıldızları tesbih çeker de, namazda arka saf hizasındalar. Ne cennet tasası ve ne cehennem… Sadece Allah’ın rızasındadırlar.
Dünyayı kesben değil kalben terk etmek.
“Dünya ahiretin tarlasıdır” muktezasınca, ahiret için edilen intifa, ahirete kalacak ameldir. Yoksa dünyadan nasip, nihayet bir kefendir. (İntifa sönmez)
Onlar iman etmiş ve kalpleri Allah c.c Zikriyle itminan bulmuş olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalpler Allah’ın zikri ile itminan bulur. (Rad; 28)
Kim Allah’a inanırsa, Allah (c.c), onun kalbine hidayet verir. Allah (c.c), Her şeyi bilendir. (Teğabün; 11)
Birde bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludur. (İsra; 36)
Cenab-ı Hak, sahabelere şu emri verir; “hem peygamberin hanımlarına bir ihtiyaç soracağınız vakit perde arkasından sorun. Böyle yapmanız hem sizin kalpleriniz ve hem de onların kalpleri için daha temizdir. (Ahzab; 53)
Genç nesiller göze, kulağa hitap eden müstehcen yayınlarla nefsine hâkim olamaz bir hale gelmekte, pervane böceklerinin ateşe atılması gibi, şehvet ateşine kapılıp yanmaktadır.
Cenabı hak cümlemizi ve evlatlarımı muhafaza etsin. Çok dua edelim.
Hastalık bir uyarıcılık, tefekkür uyarıcıdır. İyi bir nasihat uyarıcıdır. Musibetler uyarıcıdır. En son uyarıcı Azrail’dir ama iş işten geçmiştir.
İnsan, sonsuza açılan bir sevgi kapasitesine sahiptir. Kendisine verilen sevgi duygusuyla hayatı, baharı, dünyayı, eşini, çocuklarını, güzel şeyleri sever. Hepsinden mühimi, bütün nimetleri veren Allah’ a muhabbet etmeli. Allah, Dünyadaki şeyleri Allah c.c. Namına sevmek bir kemaldir.
Ne vakte kadar destinin üstündeki nakışlara âşık olup kalacaksın? Nakıştan vazgeç de, destinin içindeki suyu ara. Akıllı bir adamsan, sadeften inciyi al.
Sen bütün cihan halkını birer hayal peşine gider gör.
Biri, “âşıklık nedir?” diye sordu. “benim gibi olursan anlarsın.” Dedim. Akıl aşkın şerrinden çamura batmış merkep gibi aciz kaldı. Âşık olmayı manevi bir sarhoşluk olarak anlayabiliriz. Her şeyden evvel “aşk “ fikri değildir; hali ve vicdanidir.
Akıl ruhun anlama aletidir. Bıçağın kesme aleti olması gibi. Akıl, düşünme, anlama, kavrama kabiliyetidir. Hakkın hitabını fehim için, bir alet, bir vasıtadır.
Hoştur bana senden gelen Allah’ım, ya gonca gül yahut diken veyahut kefen, narında hoş, nurunda hoş.
Âşık, Allah’tan gelen lutfu ve kahrı lutuf olarak görür.
Gerek âlim olsun, gerek cahil olsun, herkes lutuf ile kahrı farkeder. Lâkin kahırda gizlenmiş lutfu, yahut lutuf içindeki kahrı az kimse bilir.
Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği, kimselerdir. (Hucurat; 2)
Âlimler peygamberlerin varisleridir. Teemmel! …
İnsanın midesi rızk istediği gibi, kalbide rızk ister. Midenin rızkı ayrı, kalbin rızkı ayrıdır. Kalp ise zikir, fikir, ibadet gibi şeylerden gıdasını alır.
Bir çekirdeğin açılıp koca bir ağaç haline gelmesi gibi, insanın kalbi açılabilir. Buna “kalbin inbisat ve inkişafı “ denilir. Bu gibi zatlara “ehl-i kalp” denilir. İnsan olmanın hakikati görülür.
Günahlar ruh aynamızın üzerindeki tozlar gibidir. Bunları temizlemek. Gözyaşlarıyla mümkündür.
!Vesvese pamuğunu can kulağından çıkar ki, semalardaki meleklerin tesbih ve takdis uğultusunu işitesin.Selam ve dua ile
İki gözünü ayb kılından temizle ki, gayb âleminin bağlarını ve serviliklerini göresin.
Toprağın içindeki çekirdek, dar bir yerde sıkışıp kalmıştır. Fakat ne zaman ki kabuğunu parçalar toprağın yüzüne çıkıp etrafına bakarsa, bambaşka âleme geldiğini görür. Güneşle sohbet eder, rüzgârın tatlı esintilerine mazhar olur.
Maddi âlemin gaygusundan kurtulup mana âlemine açılmak da bunun gibidir. Mevlâna’nın ifadesiyle “gayb âleminin başka bulutu yoktur, başka rahmeti, başka seması, başka güneşi vardır.” Peygamberler ve bazı büyük evliya, maddenin dar kalıplarından sıyrılıp, mana âlemine kanat açabilmişlerdir.
Peki, biz niye açamıyoruz? Sorusu hatıra gelebilir. Cevabı Mevlâna’dan dinleyelim:
“Fikir kanadın çamura bulaşmış ve ağırlaşmış. Zira çamur yiyorsun. Çamur sana ekmek olmuş”. “Çare nedir?” diyecek olursak, yine Mevlâna’ya kulak verelim:
“Nur ile gıdalan da, göz gibi ol ve meleklere uy.”
Yani, kanadı çamura batmış bir kuş semalara havalanamadığı gibi, fikri süfli şeylere yönelmiş bir insanda, gayb âlemine kanat açamaz.
Zira göz nuranidir ve gıdası da nurdur. Melekût âleminin sakinleri olan melekler, nurani gıdalarla gıdalandığı gibi, fikrini ulvi şeylerle yönelten, manevi gıdasını iyi alan insanlarda melekût âlemine açılır.
Kalb ve ruhunun hayat derecesine çıkmanın basamakları:
Marifet-i İlâhiye, muhabbet-i Rabbaniye, ubudiyet-i Sübhaniye, marziyat-ı Rahmaniyedir. Bunları kısaca; Allah’ ı tanımak, O’na muhabbet etmek, O’na kul olmak ve yaptığı amellerde O’nun rızasını gözetmek olarak anlayabiliriz.
Akıl, insanı ebedi saadete hazırlayan Rabbani bir mürşit, kutsi defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.
İnsan akıl vasıtasıyla dinen mükellef olur. Aklı olmayandan teklif de kalkar. “ Aklı olmayanın dini de yoktur”. Sözü, bu noktadan hareketle söylenmiştir.
Ebu Huzeyfe (r.a), Hz. Ali’ye (r.a): “Yanınızda Resulullah’ın size has kıldığı bir kitap var mı?” diye sordu. Hz. Ali (r.a) şu manidar cevabı verir: “Hayır, ancak Allah-u Teala’nın kitabı ve bir de Müslüman bir adama verilen fehim (anlama) var.”
Ham petrolden uçak benzinine, mum ışığından güneş ışığına kadar mertebeler olması misali, insanların akıllarında da mertebeler vardır. Uzaktan yakılan bir kibritle tutuşan
uçak benzini gibi, bir kısım akıllara uzaktan bir işaret verilmesi kâfidir. Aklın bu üst mertebelerinde yer alan insanlar, başkalarının anlamadığını anlarlar, hissetmediklerini sezerler. Onların bağlantı kuramadıkları şeylerde hayret verici bağlantılar kurarlar
Nur suresinin nur ayetinde geçen, “onun yağı, neredeyse bir ateş dokunmasa bile ışık verecek,” ayeti, bir yönüyle bu tür akıllara işaret olarak görülmüştür. (Nur, 35) Ayetteki bu ifadeden hemen sonra gelen “ nur üstüne nur” ise, bu akıllara gelen ilâhi ilhamlara, tulûata (ilhama) işarettir. Yani akıl hattı zatında ilâhi bir nur olmakla beraber, bu nura ilâhi
Göz penceresinden âlemi seyreden r u h, b e y i n merkezinden de gerçekleri temaşa eder. Dil ne kadar tatma organıysa, beyinde o kadar düşünce organıdır. Aklın vazifesi gerçekleri kavramaktadır.
Beynin fonksiyonuna “ tefekkür “ adı verilir – tefekkür, aklın çalışması, fikir üretmesidir. Akıl bir makineye benzetilirse, tefekkür bu makinanan çalışması ve üretimde bulunmasıdır.
Esasında nuru akıl kalpten gelir, akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır. Akıl tatili eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unutamaz, kendi nefsini inkâr etse de O’nu görür,
O ‘nu düşünür, O’na müteveccihtir.
Gecenin karanlığında çıkan şimşeğin birden etrafı aydınlatması gibi, hads (çabuk ani anlayış, idrak, sezgi) şimşeği dahi, birden insanın idrak âlemlerini aydınlatıverir.
Fikir, hadse bir alt yapı oluşturur. Meselâ, ilmi bir keşif için yoğun bir tefekkür içine giren ilim adamları, günün birinde meselelerini iç âlemlerinde halledilmiş çözülmüş bulurlar.
Bu, fikre teeddüp eden bir hads parıltısıdır.
İki tahta parçası birbirine sürtülünce belki bir noktadan sonra, tahtadan alev çıkar. Keza bir mercekle kâğıda güneşin harareti odaklandığında, zaman sonra kâğıt yanmaya başlar.
Onun gibi, tefekkürde yoğunlaşan insanlar, bazen kendilerini çok farklı bir idrak boyutunda bulabilirler.
“Onlar ilmen kuşatmadıkları ve henüz tevili kendilerine gelmeyen şeyleri yalanladılar.” (Yunus,39)
Aklın sınırı konusunda, Hamdi Yazır şöyle der; “akıl, mutlak doğrunun bütün sınırını çizemez.”
Nazari akıl, bir şeyin doğru veya yanlış olduğunu gösterir. İyi veya kötü olduğunu göstermez. Hiç kimse, niçin fedakâr, adaletli, samimi ve cesur olduğunu tamamen bilmez. Bunlar, kökleri henüz keşfedilmemiş bir takım yüksek duygulara dayanır.
Akıl, aklın sınırını aştığı noktadan itibaren bazı problemleri imana bırakır. Ancak iman sınırına kadar akla ihtiyaç vardır. Çünkü aklın olmadığı yerde imandan söz edilemez. “Hakikate eriş akıllıların işidir, ama akıl işi değildir.”
Akıl bir projektöre benzer. O ışığın ulaşamadığı yerlerde, söz peygamberlerindir. Ona göre,”aklın sidretü’l müntehası vardır. Daha ilerisine aşkla gidilir.
Bu iş ne akılla olur, nede akılsız. Anlama nimeti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartıyla, anlayamadığını anlayarak selim akla yükselir.
Akıl akla mahsus cevelan sahalarında azami hak ve hürriyet payına malik olarak hareket eder… Şeriat’a köle, cihana sultan olur.
“Akıl, devlerin değil, cücelerin silâhıdır”. Değerli mütefekkir Cemil Meriç’in has veciz üslubudur.
Pek çok ilim adamı, Paskal örneğinde olduğu gibi, önce akılla kâinatı fethe çalıştıkları halde, sonunda gerçeğe kavuşmayı dinde bulmuşlardır.
Dünyayı kâinatın merkezi ve hareketsiz kabul eden Batlamyus nazariyesinin bir yıldan fazla insanlar tarafından kabulü gösteriyor ki, “akıllar yanılabilir”
Taftazani’nin dediği gibi “ilmin mahalli kalptir”, Bediüzzaman da; “nur-u akıl kalpten gelir” demiştir.
Görünen köy, kılavuz isteyebilir. Kılavuz ise, âlemlerin Rabbinin bütün âlemlere bakan beyanı olan Kur’an-ı Kerim’dir. Evet, Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Haktan insanlığa ilâhi bir hitap ve gerçekleri gösteren semavi bir kitaptır.
Akıl, daha çok fikir bakımından, kalpte hissiyat yönünden değerlendirilir. İmani meselelerde ise durumları şöyledir: Akıl, imani konularda dahi sürekli sorgularken kalbin en belirgin vasfı, onun teslimiyeti ve derinden bağlılığıdır.
“Allah (c.c), güneşi bir ziya, kameri bir nur kıldı” ayetinde güneşten ziya, aydan nur olarak bahsedilmektedir. (Yunus: 5 ) Müfessirlerin beyanına göre, ziya bizzat ışık verene, nur ise başkasından geleni yansıtana denir. Hatta “ayın nuru, güneşten istifade iledir.” Sözü meşhurdur.