|
|
AİLE-OKUL VE EĞİTİM
AİLE VE EĞİTİM
“Aile ve Eğitim” başlığı altında; aile içi iletişim, aile içinde etkili iletişimin yolları, aile içi iletişimi engelleyen nedenler, çocukların anne-babalardan, anne-babaların çocuklardan beklentileri, hayatta başarılı olmanın yolları, çocuk eğitimi, başarı hikâyeleri gibi konular ele alınacaktır.
Aile; anne, baba ve çocuklardan oluşan sosyal bir birimdir. Aile, karşıt cinslerin rızası ile sevgi üzerine kurulur. Hukukî ve dinî akitlerle pekiştirilir. Aile kurumunu oluşturmadaki amaç, neslin devamını sağlamaktır. Aileyi meydana getiren çocuklar, birer sevgi ürünüdür. Üyeleri arasındaki etkileşim, iletişimle sağlanır. Sağlıklı bir aile içi iletişiminden söz edebilmek için, sağlıklı bireylerin varlığıyla mümkündür. Bireyler arasında olumlu mesaj akışının olması, aileye mutluluk getirecektir. Mutlu bir ortamda sevgiyle büyütülen çocuklar ise, eğitim ve öğretimde dolayısıyla iş hayatında başarılı olacaktır. Bu nedenle çocuk eğitiminde aile içi iletişimin önemi inkâr edilemez.
Dernek ve vakıf tüzel kişiliği gibi değildir aile kurumu. Aile üyeleri arasında duygusal yakınlık ve kan bağı vardır. Aile, sosyolojinin atomu gibidir sanki. Bu atomun parçalanması, ailelerin oluşturduğu milletin parçalanması, dağılması, tarih sahnesinden silinmesi demektir. O, ne kadar sağlam olursa, ailelerin meydana getirdiği millet, milletin kurduğu devlet de, o kadar sağlam olur. Bu sebeple devletler ailenin korunmasına büyük önem verirler.
Eşler, sevgiyle oluşturdukları aile ortamının bir çiçek bahçesi olmasını isterler. Renkler, kokular farklı; ama aynı bahçede olmanın huzur ve mutluluğunu; düşünceler, duygular farklı; ama hoşgörü ve sevgi ortak paydasını yaşamak isterler. Aile içinde ortaya çıkabilecek sorunlar, konuşularak yani aile içi iletişim yoluyla çözümlenmeye çalışılır. Çözülemeyen problemler, ailenin tartışma ve çatışma alanlarını meydana getirecek, ailedeki olumsuz hava çiçeklerin hayatlarını ve bir arada oluşlarını etkileyecektir. Bu, solmuş çiçeklerin sonunda kuruması demektir. Sevgiyle büyütülmesi gereken, sevgi ürünü çocuklar da bahçede solgun, çiçekler arasında, hayata tutunmaya çalışacaklardır. Birbirinin tamamlayıcısı olan erkek ve kadın, sorunlarını sağduyuyla çözmesini bilmelidir. Atasözlerimiz vardır, gerekeni bir çift sözle açıklayıverir, zengin halk deyişlerimiz vardır taşı gediğine koyuverir. İşte bunlardan birkaçı: “Bir adamın karısı, onun yarısıdır.”, “Kardeş, kardeşi atmış; yâr başında tutmuş.”, “Otuz oğlun olacağına, bir oturak kocan olsun.” Babasız aile; deniz ortasında, hareket kabiliyetini yitirmiş bir gemiye benzetilmiştir :“Erkeksiz ev, yelkensiz gemiye benzer.”
Eşler arasındaki geçimsizlik, değişik hikâyelerle anlatılır: Karı-koca, güneşli bir bahar günü, tarladaki işlerini yapmak için dereden geçerken, kendileri gibi dereyi geçmekte olan bir tilki görürler. Kocası tilkinin kuyruğunun suya değdiğini söyler, karısı değmediğini. Değdi, değmedi, değdi, değmedi… İnatlaşıp tartışırlar. Sonra aralarındaki tartışma ve kavganın anlamsız olduğunu söyleyip barışırlar. Aradan bir yıl geçer. Yine tarladaki işlerini yapmak üzere aynı dereden geçerken bir önceki yılın “tilki tartışmasını” hatırlarlar. Kocası: “Geçen yıl burada boşuna inatlaşıp tartışmışız, boşuna birbirimizi incitip kırmışız. Hâlbuki tilkinin kuyruğu suya değmişti.” demesi üzerine karısı: “Hayır tilkinin kuyruğu suya değmemişti.” der. “Değdi, değmedi, değdi, değmedi…” inatlaşması sürer gider. Bir atasözümüz: “Bir evde iki horoz olunca sabah güç olur.” diyerek bu durumu özetler. Ailenin ortak bir yaşam alanı olduğu unutmamalı. Herkes aile içindeki rollerini benimseyerek yapmalı. Eşler birbirine karşı hoşgörülü ve saygılı olmalı. Çocukların anne-babalarını kopya etmekte olduklarını düşünmeli, onlara örnek davranışlarla olumlu mesajlar verilmelidir. Eşler arasındaki olumlu ve olumsuz etkileşim, şu sözlerden daha güzel açıklanamaz: “Kadını yeşil yaprak eden de kocası, kara toprak eden de.” veya “İyi kadının kocası cübbesinden bellidir.”
Kadın ve erkek, aile kurumunun devamı için sağlıklı bir iletişim hâlinde olmalıdır. İletişim, karşımızdaki kişilerle bir mesaj alışverişidir. Yapılan araştırmalar; verilmek istenen mesajın yüzde altmış beşi sözel olmayan yollarla yani jest ve mimiklerden oluşan beden diliyle, yüzde otuz beşi ise sözel biçimde yani seslerden örülü sözcüklerle iletildiğini göstermektedir. Kızılderililer için duman, krallar için mektup taşıyan güvercin ne ise, beden dilindeki iletişim sinyalleri de odur. Tam bir iletişimde, mesaj veren de, mesaj alan da sağlıklı olmalıdır. Sağlıktan kastettiğimiz, yalnız hasta veya sakat olmamak değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik hâlinde olma durumudur. Sağlıklı iletişim için aile bireylerinin psikolojik açıdan ve sosyal çevreden olumsuz etkilenme açısından da tam bir iyilik hâlinde olmaları gerekir. Aksi hâlde o ailedeki iletişimin sağlıklı olduğundan söz edilemez.
Aile içindeki olumlu iletişim, aileye mutluluk armağan edecektir. Aile; pozitif olaylardan ortak bir sevinç duyacak, duyduğu iç sevinci aralarında paylaşarak çoğaltacak ve negatif olaylardan ortak bir üzüntü duyacak, duyduğu bu acıyı aralarında paylaşarak azaltacaktır. Sevgi, saygı, güven ve sadakate dayalı; aralarında sağlıklı iletişim kurabilen, iç sevinçlerini ve acılarını paylaşabilen aile; mutlu ailedir. Aile ortamında arzu edilen de budur, üyelerinin gülümsediği mutlu aile tablosu da budur. Böyle mutlu, güzel bir aile ortamında büyüyüp gelişen çocuklar da kendisiyle, çevresiyle barışık, eğitim ve iş hayatında başarılı insanlar olarak toplumdaki yerlerini alacaklardır.
Kadın ve erkeğin ortak tarafları yanında, sayılamayacak kadar biyolojik, zihinsel, duyusal, psikolojik ve sosyolojik farklar vardır. Yapılan araştırmalar kadınların, daha çok sözel yeteneğe sahip, sağ beyin ağırlıklı, işitme ve koklama duyuları güçlü, güvenliğini tehlikede gördüğü zaman kelimelerle saldıran ve savaşan, kendisiyle konuşulmasını, kendisinin dinlenilmesini istedikleri görülmüştür. Kadınların yüzde doksan sekizinin erkeklerden sözlü yakınlık bekledikleri, en çok kızdıkları davranışın ise, erkeklerin kendilerini dinlememeleri olduğunu ortaya koymuştur. Kadın küstüğü zaman kendisiyle konuşulmasını ister. Kadının eş olarak aile içinde kendisi için belirlediği rollerdeki öncelik sırası şöyledir: 1.Anne olması 2.Eş olması 3. Kendi anne-babasının çocuğu olması 4.İşini düşünmesidir.
Yine yapılan araştırmalar erkeklerin, daha çok uzaysal ve sayısal bir yeteneğe sahip, sol beyin ağırlıklı, görme duyuları kadınlara göre daha gelişmiş, saldırganlık ve bedensel güç kullanımına eğilimli, kızdıkları zaman yalnız kalmayı tercih ettikleri görülmüştür. Erkeğin eş olarak aile içinde kendisi için belirlediği rollerdeki öncelik sırası da şöyledir:
1.İşini düşünür.
2.Kendi anne-babasının çocuğu olmasını dikkate alır.
3.Baba olma rolü
4.Koca olma rolünü düşünür.
Anne-babaların bu fark ve öncelikleri aile içi iletişimi etkilemektedir. Kralların giremediği tek kale olan aile, karşılıklı anlayış, sevgi, saygı, güven ve sadakate dayalı olduğu sürece sosyal bir birim olarak varlığını sürdürecek; çocuklar için güvenli, sıcak bir yuva hâline gelecektir. Bir atasözümüzde “Yuvayı dişi kuş yapar.” derse de, bazı kuş türlerinde erkek kuşun da yuva yapımına katıldığı gözlenmiştir. “Erkek getirmeyi, kadın yetirmeyi bilmeli.”, “Oğlan güder, karın sağarsa, koyun olur.” Atasözlerimiz de aile içindeki sorumlulukları ve rolleri belirtmektedir. Ailede baskın tarafın, anne yakınları olduğunu anlatan sözler vardır: “Hanım hısmı gelince oklavalar tıkır tıkır, beyin hısmı gelince dişler takır takır.” , “Oğlan anası kapı arkası, kız anası minder kabası.” Buna karşılık dede ve ninelerdeki torun sevgisi: “Oğlanınki oğul balı, kızınki bahçe gülü.” sözüyle belirtilir. Çocuklar da: “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.” diyerek anneye olan duygusal bağlılıklarını ve sevgilerini dillendirirler. Gelin-Kaynana arasındaki iletişimsizlik ise: “Gelin çiçek, her dediği gerçek; kaynana yılan, her dediği yalan.” veya “Kaynana pamuk ipliği olup raftan düşse, gelinin başını yarar.” sözleriyle anlatılmıştır. Çocuk eğitimini: “Oğlan atadan öğrenir sofra açmayı, kız anadan öğrenir biçki biçmeyi.” sözüyle adeta özetlenmiştir.
Dinimiz İslâm, aile içi iletişime ve çocuk eğitimine büyük önem vermiş, cenneti anaların ayakları altına sermiştir. Anne; aileyi şekillendiren, geleceğe taşıyan, çocukları akıl ve duygu ile yoğuran, sevgiyle doyuran, eşsiz bir eğitimci, aile bahçesinde güller yetiştiren saygıların en yücesine lâyık bir bahçıvandır. Peygamberimiz: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden, idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” buyurarak babalara da, büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Çocuk eğitimi konusunda Peygamberimiz, davranışlarıyla bizlere örnek olmuşlardır. Peygamberimiz Hz. Muhammed, yılın ilk turfanda meyvesini huzurunda bulunanların en küçüğüne verir, kızı Fatıma, yanına geldiğinde ayağa kalkar, ona “Merhaba” der, alnından öper, yanına oturturdu. Sokakta torununu kovalayacak kadar doğal davranırdı. Çocuklarla birlikte cemaatle namaz kılardı. Medine’ye her girişinde bindiği bineğin üzerinde Allah Resulüne sarılmış birkaç çocuğu görmek olağan bir durumdu.
Milletlerin ve devletlerin tarih sahnesinde uzun süre kalmaları, o milleti oluşturan ailelerin sağlıklı yapılarına bağlıdır. Aile yapısını dışarıdan olumsuz etkileyen sorunları ortadan kaldırmak, diğer ailelerin olduğu kadar, toplumun da görevidir. Aksi durumda olumsuzluklar sürer gider. Derler ki: “Dedesi koruk yemiş, torunun dişi kamaşmış.” Aile içi iletişimi gelişmiş, çocuk eğitimine önem veren, onlarla geleceğe yatırım yapan, mutlu ve sağlıklı aileler oldukça gelecek daha güzel olacak demektir.
KARAKTER EĞİTİMİ[1]
Karakter ve Karakter Eğitimi Kavramları
Karakter eğitimi terimini incelemeden önce “karakter” kavramının kısa bir analizini yapmak gerekir. Karakter kavramının Osmanlıca karşılığı “seciye”, İngilizce ise “character”dir. Karakter; Bir nesnenin, bir ferdin kendine özgü yapısı, onu başkalarından ayıran temel özellikler ve bireyin davranış biçimlerini belirleyen ana nitelik, özyapıdır. Üstün manevi nitelik manasına da gelen karakter kelimesi, felsefi olarak kişinin kendi kendisine hâkim olmasını, kendi kendisiyle uyum içinde bulunmasını, düşünüş ve hareketlerinde tutarlı olmasını da ihtiva eden özellikler bütünü olarak tarif edilmiştir.
Karakteri, ferdin şahsiyetini oluşturan ve çevresine gösterdiği tepkileri belirleyen devamlı duygusal niteliklerin tümü olarak anladığımızda, şahsiyetin daha çok ahlâkî yönünü ifade etmiş oluruz. Ona yakın kavramlar olan huy ve mizaç da daha çok şahsiyetin duygusal boyutunu gösterir. Eğitim açısından ele aldığımızda ise; ferdin ruhunda iyice yerleşen prensipler veya buna bağlı kabiliyetler vasıtasıyla, iradî olan tüm fiillerinin belirli, tutarlı ve kararlılık içinde olması ve ruhun bu durum üzerine istikrar kazanmış olması anlaşılır. Buna göre karakter, şahsiyetin alt unsurlarından biri olarak, şahsiyet gelişiminin daha çok kişinin başkalarına yönelik ahlâkî değer taşıyan tutum ve davranışlarını ve bunların sonuçlarından elde edilecek kazanç ve değerleri ile inşa edilmiş tarafını ifade eder. Çünkü şahsiyet, önemli ölçüde sosyal ve kültürel yapı içinde oluşup şekillenir. İçinde yaşanan kültür kişilerin kültürel kimliğini oluşturur. Eğitim felsefecileri “karakter”in ne olduğunun anlaşılmasına, nelerden meydana geldiğinin belirlenmesine önem vermişlerdir. Buradan hareketle yapılacak bir karakter eğitimi faaliyetinin hedefine ulaşması da ancak bu sayede mümkün olabilir. Marvin W. Berkowitz, “karakter”i anlayıp tanımadan karakter eğitimi yapmayı, farenin ne olduğunu bilmeden bir fare kapanı yapmaya çalışmaya benzetmiştir.
Karakter eğitiminden bahsedildiği zaman genel anlamda kastedilen, ferdin kabiliyet ve eğilimlerini tatmin edip geliştirirken bencil duygularını, korku, endişe, hırs, haset, kibir, zorbalık gibi yönlerinin de gelişmesini önlemek ve olumlu motivasyonlarla başkalarına zarar verici özellikleri değil, faydalı olanları kazanmasını sağlamaktır. Bu bakımdan karakter eğitimini fertlere belli bir ahlak anlayışı ve ölçüsüne göre bir takım istenilen özellikler kazandırma ve var olan iyi özellikleri geliştirme hedefi güden eğitim olarak tanımlayabiliriz.
Karakter eğitimini, insanların ahlâkî değerlerin özünü kazanmalarında, kişiliklerinin bilinçli ve çok yönlü olarak gelişmesi sürecinde maksatlı olarak ve temkinli bir şekilde gayret göstermek olarak tarif eden bir yaklaşım da bu eğitimin ne kadar ciddi, incelikli ve hassas olduğunu göstermektedir. Karakterin gelişimi, kişinin sosyal çevresi; aile, okul ve dış çevre içinde yani hayatın bütünlüğü içinde hem bilinçli hem de tabii olarak meydana gelir.
Kişi, karakterini eğitmede, ihtiyaç duyduğu dinamizm ve motivasyonun kaynaklarını içinde yaşadığı toplumun dini, milli ve kültürel değerleri içinde ve kendi vicdanında bulabilir. Bu dinamizmi kullanarak, bu değerleri kendi şahsında faziletlere çevirmek de yine kişinin kendi tercihindedir. Bu bağlamda, fertlerin ahlâkî davranışların birer karakter özelliği haline gelmesi için, bunları kendi tercih ve kararlarıyla ortaya koyması, her zaman ve her yerde istikrarlı bir şekilde sergileyebilmesi gerekir. Buna göre karakterli insan, davranışlarını aile, okul ve toplumda var olan ahlâkî değerlere göre yönlendirebilen ve sosyal değerleri benimsemiş kimsedir. Bunda çocukluğun ilk yıllarından itibaren kazanılan değer yargılarının belirleyici bir tesiri vardır.
G. Kerschensteiner’e göre karakterin gelişiminde ve eğitiminde dört temel belirleyici unsur vardır. Bunlar, insanda hayrı ve güzeli isteyecek olan irade; doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt edebilecek muhakeme; insanlar arası ilişkilerde muhatabın hallerini sezen bir duygululuk ve en güzel ahlâkî hakikatleri sebep ve sonuçlarıyla tam bir idrak ile kavrayan, şuurlu derinlikli kavrayıştır. Yukarıda geçen dört kavram muvacehesinde olumlu karakter özelliklerinin doğuştan mı kazanıldığı yoksa sonradan fiziki, sosyal, kültürel vb. faktörlerin etkisiyle mi şekillendiği tartışma konusu yapılmıştır. Ancak, iyi bir eğitimin karakteri şekillendireceği görüşü her zaman hâkim görüş olmuştur. Yani iyi bir karakter, doğuştan kazanılmış bir hak değil, sosyal hayatın içinde kaliteli bir eğitimin kazandırdığı yüksek bir değerdir. Din eğitimi de bu bağlamda, insan varlığının bütününü ele almak kaydıyla ferde dinî davranışları benimsetmek ve dînî değerlerle bütünleşmiş kişilik kazandırma olgusu olarak tanımlanabilir. Zaten İslâm’ın “din eğitimi” anlayışı da budur.
Her ne kadar yukarıdaki durum, İslâm din eğitimi için söylense de aslında bütün dinlerin insana kazandırmayı hedeflediği ahlâkî değerler birbirine yakındır. Bunun için, bütün insanlığın ahlâk ilkelerinin büyük ölçüde ortak olduğunu söylemek de mümkündür. Meselâ alçak gönüllülüğü, dürüstlüğü, mesuliyet sahibi olmayı fazilet kabul etmeyen bir toplum yoktur. Din anlayışları, bu faziletlere ulaşmanın yollarını farklı tarif etseler de hedefler hep aynıdır. Bu durum aynı zamanda bize karakter eğitimi ihtiyacının fıtrî olduğunu gösterir. Yani bu bir yaratılış kanunudur. Allah Teala insanın mayasına henüz onu yaratmadan önce potansiyel olarak bu değerleri koymuş ve insana dünya hayatında onları elde etme mesuliyetini yüklemiştir. Çünkü insan, Allah Teala’nın sıfatlarının kendisinde tecelli ettiği ve bu yönüyle “halîfetullah” (Allah’ın Halifesi) makamında bulunan yüksek bir değerler manzumesidir. Bu sebeple o “İlâhi iradeyi” yeryüzünde hâkim kılacak varlıktır. Her insan için fıtrî bir ihtiyaç olan karakter eğitimini diğer eğitim ve öğretim faaliyetlerinden ayıran en önemli özelliği onun bir model yani örnek bir şahsiyet veya şahsiyetler olmadan gerçekleşmeyeceğidir. Çünkü karakter eğitimi hayatın kültürel normları içinde, hayatı bütün boyutlarıyla yaşayarak devam eden bir süreç içinde gerçekleşir. Bu da kişiyi, hayatı psikolojik, sosyal; fizikî, fizik ötesi, kısacası bütün boyutlarıyla yaşayan bir insanı; görmek, işitmek, dokunmak, sezmek duyularıyla bir bütün olarak anlayabilmeye muhtaç kılar. Bu yüzden yaşanmış ahlâkî davranış örnekleri ve hem de yaşayan bir model olmadan bir karakterin tam manasıyla eğitilmesi mümkün değildir.
Buradan hareketle karakter eğitiminin amacını, öğrenim çağındaki her insanın, uygun ahlâkî kararlar verebilmesi ve bunları hür ve istikrarlı davranışlara döndürmesini sağlayacak değer ve becerilerle donatılması olarak belirlediğimizde karakter eğitimini: Öğrencilerin, sorumluluğunu taşıyabilecekleri makul seçimler yapabilmelerine imkân sağlayan bilgi, beceri ve yeteneklerinin geliştirmesi, olarak tanımlamak mümkündür. Buna göre bizim karakter eğitimi modelimizin de nihaî hedefi: “Şahsiyet gelişimi sürecinde, çocukların fıtrî kabiliyet ve eğilimleri doğrultusunda, kendi gönüllü katılımlarıyla İslâm’ın öngördüğü ahlâkî değerleri kazanmalarına, böylece kişilik gelişimlerine katkıda bulunmak” şeklinde ifadelendirilebilir.
Çocuklar için Karakter Eğitimine Duyulan İhtiyaç
Karakter eğitimi, çocukların hem içten gelen fıtrî dinamiklerini hem içinde yetiştiği aile ortamı hem de okul ve diğer sosyal çevresini kuşatan bir eğitimdir. Bütün eğitim programları ve çalışmaları bu üç alanı dikkate almak durumundadır.
Birincisi yani çocukların doğuştan getirdiği fıtri hususiyetler, tabiatı itibarıyla iyidir. Bu bakımdan onların fıtri olan güzel hasletlerini muhafaza etmek ve bunların her birini işleyip geliştirerek güzel ahlâkın bir parçası haline getirmek karakter eğitiminin öncelikli ve en önemli görevidir.
Çocuğun doğup büyüdüğü ve en çok örnek aldığı insanlar olan anne babanın ve diğer büyüklerin bulunduğu ikinci alan olan aile, çocuğun karakter gelişiminde çok önemli bir ortamdır. Anne babanın ve diğer aile fertlerinin, çocuğun kişilik gelişimi üzerindeki belirleyici rolünü her zaman itibara alması gereken karakter eğitimi programlarının en önemli hedeflerinden biri de aileyi bu bağlamda bilgilendirmek ve eğitim hedefleri konusunda onlarla ortak bir bilinç ve motivasyonla hedef birliği içinde olmaktır. Böylece çocukların kişilik gelişiminde aileden kaynaklanabilecek olumsuz tesirleri bertaraf etmek, ailenin gayretlerini ise teşvik etmektir.
Üçüncü alan olan okul ve sosyal çevre daha çok çocukların belli bir yaştan itibaren okul çağının başlamasıyla önem arz etmeye başlar. Bu alan, çocuğun kişilik gelişiminde etkileri itibarıyla aileden sonra gelse de sosyal bir varlık olan insanın toplumun bir parçası olduğu, onun dokusundan izler taşıdığı gerçeği okul ve sosyal çevrenin karakter eğitiminde ne kadar önemli olduğunu gözler önüne serer.
Bu alanları incelediğimizde görürüz ki ne çocuğun fıtri özellikleri, ne anne babasının ve aile büyüklerinin ne de öğretmen ve arkadaş çevresinin etkileri onun kişilik gelişimini tam olarak yönlendirme imkânına sahiptir. Bu bize insan eğitiminin ne denli çok yönlü, karışık ve zor olduğunu da gösterir. Çünkü çocuğun hayatının bir alanında meydana gelen iyi veya kötü tesirler tabii olarak diğer alanları da etkileyeceğinden onun hayatını her yönüyle kuşatan bir eğitim programı ihtiyacını açığa çıkarır. Çocuğun kendi duygularının, kabiliyet ve temayüllerinin farkına varması, bunların olumlu olanlarının aile tarafından desteklenmesi, olumsuzlarının köreltilmesi yine okul ve sosyal çevrenin aynı vazifeyi arzu edildiği şekilde yerine getirmesi çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Bu alanlarda meydana gelen eksiklik ve yetersizlikler, çocuklara okul döneminde ahlâkî değerleri kazandıracak bir karakter eğitimi verilmesi ihtiyaç ve zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Son yıllarda özellikle okullarda meydana gelen üzücü, yüz kızartıcı, gelecek ve gençlikle ilgili kaygı verici hadiseler bizlere millî ve ahlâkî değerleri çocuklara kazandırmada insani ve tarihi bir görev yüklemektedir. Çünkü bütün dünyada orta öğretim kurumlarında hatta ilköğretim okullarında bile nerdeyse önü alınamaz hale gelen;
• Şiddet ve yaralama ve cinayet olayları
• Yalancılık, dolandırıcılık ve hırsızlık
• Anne babalara, öğretmenlere ve diğer görevlilere hoyrat davranışlar
• Birbirlerini tehdit ve şantajlar
• Çocukluk döneminde cinsel ilişkiler yaşama
• Nefret içeren fanatik ve yobazca tutumlar
• Terbiyesiz, argo ve küfürlü konuşmalar
• Ders ve imtihanlarda etik değerlerin iyice zayıflaması
• Egoizmin hâkim olması ve toplumsal sorumluluğun kaybolması
• Kendi canına kast ve intihar olayları
• Ahlâkî cehaletin artması; milli ve ahlâkî değerlere karşı aymazlık ve insana saygının kalmaması gibi problemler bütün insanlığın yarasıdır.
Bunların yanı sıra ülkemizde mahkemelere intikal eden çocuk suçlarının ve davalarının hızla artması ayrıca düşündürücü ve ciddi bir problemdir. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de çocuk mahkemelerinde her yıl on binlerce çocuk yargı önüne çıkmaktadır. Bu süreç 1997 yılından beri artarak devam etmektedir. 2004 yılı itibarıyla Türkiye’de ceza mahkemelerinde 12–15 yaş arası 26326 çocuk yargılanırken; 16–18 yaşlar arası 110032, toplamda ise 136358 çocuk hâkim karşısına çıkmıştır. 2005 yılı bu sayının daha da arttığı bir yıl olmuştur. Buna göre 2005 yılında toplamda 158917 çocuk sanık sandalyesine oturmuştur.
Bu vahim tabloyu, Ankara Ticaret Odası'nın (ATO), çocuk suçluluğunun farklı boyutlarına ışık tutan, üç ayrı resmi kuruma ait verileri derleyerek hazırladığı "Çocuk Suçlular" raporu daha açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Buna göre, İçişleri Bakanlığı Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yirmi yedi ili kapsayan araştırma sonuçlarına göre ortaya çıkan durum şudur: Ülkemizde kasten adam öldürme olaylarının %9’u, kasten yaralamaların %18’i, hırsızlığın %25’i, gasp ve yağma olaylarının %16’sı çocuklar tarafından işlenmektedir. Ayrıca her intihara teşebbüs olayının % 20’si ve hapishanelerde bulunan her tutukludan %3’ü de çocuktur.
Bu gibi sosyal gerçekler de okul müfredatı içinde öğrenciler üzerinde dinî, milli ve ahlâkî değerleri inşa etmenin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Okul programları içinde uygulanacak özel karakter eğitimi uygulamalarına duyulan ihtiyacı gözler önüne seren bu tablo özellikle ilköğretim çağından itibaren bir hoşgörü eğitiminin ne kadar lüzumlu olduğunu bize göstermektedir. Bu acı tablo hoşgörü kültüründen uzaklaşan bir toplumun bir panoramasıdır. Bunun için öğretmeninden öğrencisine bütün okul personelini ve aileleri kapsayan ve bir okul kültürü haline gelmiş bir hoşgörü iklimine dolayısıyla hoşgörü eğitimine ihtiyaç vardır. Çünkü ferdin, kendisi dışındakilerle ilişkilerinde hakaret ve alay etme, haksız suçlama ve önyargı, ayrımcılık ve küçümseme, inançların ve inananların kötülenmesi, dışlama ve taciz etme ve zor kullanma gibi fiillerin ortaya çıktığı bir toplumda hoşgörü eğitimi kaçınılmaz bir vazife haline gelir.
Karakter Eğitiminin Temel Unsurları
Son yıllarda, muhtelif toplumlarda karakter eğitimi üzerinde teorik ve pratik çalışmalar yapan uzman eğitimcilerin ulaştığı bilgi ve tecrübelerden çıkan sonuçlar şu unsurların karakter eğitimi programlarının uygulanmasında ve uzun vadede başarılı neticeler elde edilmesinde önem arz etmektedir.
1. Aile ve toplum katkısı
Karakter eğitiminde uzun vadeli başarı için, öğrencilerden ailelere ve toplumun diğer üyelerine kadar herkesin bir uyum içinde kendilerini bu hedefe yönlendirmek.
2. Karakter eğitimi stratejisi
Karakter eğitiminde benimsenecek stratejiyi, uygulandığı eğitim kurumunun takip ettiği genel eğitim felsefesinin uyumlu bir parçası olarak ve resmi eğitim politikasının kabul edeceği şekilde belirlemek ve ifade etmek.
3. Özellikleri (ahlâkî değerleri) tanımlamak
Ailelerle, diğer öğretmenlerle ve sivil toplum temsilcileriyle bir araya gelerek işlenecek ve geliştirilecek karakter özellikleri, ahlâkî değerler üzerinde bir görüş birliği ve anlaşma sağlamak.
4. Entegre (bütünleşmiş) program
Karakter eğitimi için seçilmiş karakter özelliklerini (ahlâkî değerleri) diğer derslerin uygun konuları içine yerleştirerek bütünleşmiş bir program takip etmek.
5. Tecrübî (yaparak-yaşayarak) öğrenme
Öğrencilere, kendi kabiliyet ve özelliklerini fark etmeleri için iş başında yaşayarak ve anlayarak öğrenmelerine imkân vermek. Tartışmaya ve etkileşime de zaman ayırmak. Çünkü karakter eğitimi programının toplumsal temeli, gerçek dünyanın karakter özelliklerini ve (ahlâkî değerlerinin) örneklerini içermelidir.
6. Değerlendirme
Karakter eğitiminin iki açıdan değerlendirmesini yapmak gerekir. Birincisi, eğitimin, öğrencilerin akademik başarısı ve karakter özelliklerini bilişsel olarak kavramasını sağlaması ve buna bağlı olarak verilen eğitimin öğrencilerin davranışlarında olumlu etki meydana getirmesidir. İkincisi ise programın uygulama sürecinde öğretmenlerin bu ihtiyaçlarına bir araç ve destek olup olamamasıdır.
7. Yetişkinlerin örnekliği
Çocuklar yaşadıklarını öğrenirler.’ gerçeğinden hareketle yetişkinlerin evde, okulda ve toplumda çocukların karakter özelliklerine olumlu etki yapacak örnek davranışlar sergilemeleri gerekir. Eğer yetişkinler çocuklara davranış modellerini kendileri yaparak öğretemezlerse bütün program başarısız olabilir.
8. Personelin (ekibin) gelişimi
Gelişimin sağlanması, belirlenen minval üzere devam eden karakter eğitimi uygulamalarına ve her birine uygun görevler verilen ekibin kendi gelişimine bağlıdır. Bu gelişim sürecinde yaratıcı ders planları ve planlamalar olduğu kadar uygulamalar üzerinde tartışma zamanları, eğitim sürecini ve programları yorumlama da yer almalıdır.
9. Öğrencilerin katılımı
Öğrenciler, yaş özelliklerine göre ayrılmış faaliyetlere katılmalarına, okullarındaki eğitim sürecinde öğrendikleriyle kişisel hedefleri arasında karakter gelişimleri arasında bağlantı kurmalarına imkân vermek gerekir.
10. Programın güçlendirilmesi
Karakter eğitimi programı, yukarıdaki dokuz maddenin yüksek bir sorumluluk duygusuyla uygulanması neticesinde eksikliklerin de giderilmesiyle iyileştirilir ve yenilenir. Bunun için yeterli bir fon, personelin koordinasyonu, personel gelişimi ve işleyişte yüksek kalite ve öğretmenlere programı uygulamada birbiriyle yardımlaşma imkanı ve irtibat imkanı sağlamak gerekecektir.
Karakter Eğitiminin Prensipleri
Karakter eğitimi üzerine çalışmalar yapan eğitimciler, uygulanan eğitimin başarıya ulaşması için bir takım ilkeler belirlemişlerdir. Amerikalı eğitimci Thomas Lickona, başarılı karakter eğitimi için şu prensiplerin mutlaka olması gerektiğini söyler:
a.Karakter eğitimi iyi karakterin temeli olan temel ahlâkî değerleri teşvik etmelidir.
b.Karakter eğitiminde ahlâkî değerler, duygu düşünce ve davranışı içerecek şekilde tanımlanmalıdır.
c.Karakter eğitimi okul hayatının her evresinde maksatlı ve öncelikli olarak ahlâkî değerleri kapsayan çok yönlü bir yaklaşımla gerçekleştirilmelidir.
d.Öğrencilerin öğrenme ortamı şefkat, merhamet ve insani değerler taşıyan kişilerden oluşmalıdır.
e.Öğrencilere karakter gelişimleri için yüksek ahlâkî değerleri kendi hayatlarında yaşayacakları ortam ve fırsatlar oluşturulmalıdır.
f.Etkili bir karakter eğitimi, öğrenciyi merkeze alan, uygun ve teşvik edici bir akademik müfredatı içermelidir.
g.Karakter eğitimi, öğrencilerin kendi kendilerini motive etmesini temin edecek bir çaba içinde olmalıdır.
h.Eğitim uygulama alanındaki tüm personel, karakter eğitimi sorumluluklarını paylaşan ve temel ahlâkî değerleri benimseyen bir topluluk olmalıdır.
i.Karakter eğitimi, hem öğrencilerin içinden hem de diğer personelden ahlâkî liderler bulunmasını zaruri kılar.
j.Karakter eğitiminde çocuğun sosyal (anne, baba ve yakınlar) ve kültürel (sanat ve kültür faaliyetleri icra eden kurumlar) çevresi yardımcı bir ortak olarak görülmelidir.
k.Uygulanan karakter eğitiminin değerlendirilmesi okulun, karakter eğitimcilerinin faalliği ve başarısıyla öğrencilerin iyi ahlâkî davranışlar sergilemeleri bağlamını birlikte içermelidir.
Beyza Bilgin ve Mualla Selçuk da “Din Öğretimi” adlı eserinde, Ahlâk eğitiminde öğrencilerin olumlu eğilim ve duygularını destekleyip kuvvetlendirmek; olumsuz eğilim ve duygularını engelleyip zayıflatmanın önemini vurguladıktan sonra öğrencileri yönlendirme ilkeleri olarak şunları sayar:
a. Öğrencilerin kötü eğilimlerini artıracak ortamları kaldırırken iyi eğilimlerinin duygu ve heyecan boyutunda ortaya çıkaracak fırsatlar oluşturmak.
b. Öğrencilerin özenecekleri ve taklit etmek isteyecekleri somut örnekler göstermek.
c. Öğrencilerin olumlu eğilimlerinin, diğer olumlu eğilimleri harekete geçirmesine imkân hazırlamak.
d. Öğrencilerde teşvik edilen ve meydana gelen olumlu eğilimlerin davranışa ve aksiyona dönüşmesi için aklı ve iradeyi kuvvetlendirmek.
e. Olumsuz eğilimlerin kötü davranışlar şeklinde tezahür ettiği durumlarda, kırıcı ve hakaret edici ifadeler yerine güzel ve yumuşak ifadelerle öğrencinin kendine saygısını muhafaza etmesini sağlamak.
Karakter eğitiminde arzu edilen başarıyı yakalamak için uygulayıcıların dikkat etmesi gereken bazı ilkeleri de eğitimciler şöyle belirlemişlerdir: Karakter eğitimi uygulamalarında öğrencilerin,
a. Model almaları için uygun ortam oluşturulması ve iyi bir program yapılması,
b. Ev, toplum ve okulda yapılacak faaliyetlere katılımın sağlanması,
c. İyi karakter özelliklerini geliştirme, tecrübelerini artırmaları için her aşamada anlayış ve sezgilerini destekleyen eğitim materyalleri oluşturulması ve aktif katılımcılar haline gelmeleri,
d. Nasıl iyi tercih yapacaklarına ve doğru kararlar vereceklerine kılavuzluk edilmesi,
e. Karakter özellikleri ve gelişimleri doğrultusunda başkalarıyla nasıl olumlu ilişkiler kurup geliştireceklerini öğrenmeleri,
f. Okul kültürü ve ilişkileri üzerine köklü bir eğitim almaları,
g. Bu eğitim uygulamalarını sadece bir program olarak değil kesintisiz bir süreç olarak yaşamaları,
h. Her şeyin en iyisini yaparak, etraflıca okul reformlarıyla birlikte kaynaklar ve teoriler hakkında bilgilendirilmesi ve öğretmen öğrenci birlikteliğinin önemle teşvik edilmesi,
i. Öğretmen ve öğrencilerin hep birlikte gayret ederek en iyiyi ve güzeli ortaya çıkarıp gerçekleştirmeleridir.
Yukarıda geçen öğretmen, okul personeli, öğrenciler ve programın kendisiyle ilgili prensip ve ilkeler, karakter eğitimi programlarının başarıya ulaşmasında ve öğrenciler üzerindeki hedef kazanımların gerçekleşmesinde hayati bir öneme sahiptir. Bu prensip ve ilkeler kendi anlam ve hedef bütünlüğü içinde ne ölçüde uygulanarak benimsenirse başarı da o ölçüde gerçekleşecektir.
YETİŞKİN EĞİTİMİNİN TEMEL PRENSİPLERİ[2]
Eğitim insanlık tarihiyle başlar. Dolayısıyla tarihin ilk dönemlerinden itibaren tüm büyük din ve medeniyetler hep insanın eğitimiyle uğraşmışlardır. Eski büyük Çin, Yahudi, Yunan, Roma ve Müslüman eğitimciler yetişkinleri eğitip onlara bir şeyler öğretmeye çalışıp, yetişkin eğitiminin felsefi temellerini daha doğrusu yetişkinlerin nasıl olması gerektiği konusunda eserler yazmışlar, hatta kıssa ve Sokratik metot gibi teknikler bile geliştirmişlerdir. Ancak yetişkin eğitimiyle çocuk eğitimi arasında herhangi bir ayrıma gitmemişler, onlar tam olarak çocuklar nasıl öğreniyorlarsa aynen yetişkinlerin de öyle öğrenmeleri gerektiği konusunda bir kanaat beslemişlerdir.
Düzenli olarak okulların yedinci yüzyıldan itibaren organize edilmesinden bu yana hakim olan görüş pedagojik görüş, yani çocukların eğitim ve öğretimi sanatı olmuştur. Böylece eğitim uzun süre sadece "çocuklara has bir iş" olarak algılanmıştır. Neticede, yetişkinlerin eğitimine insanoğlunun çok uzun zamandan beri bir ilgisinin olmasına rağmen, son zamanlara kadar yetişkin öğrenimi konusunda çok az araştırma yapılmış ve bu konuda çok az şey yazılmış ve düşünülmüştür.
Eğer psikoloji genel bir tanımla insan davranışlarını inceleyen bir bilim dalıysa, sadece bebek, çocuk ya da ergenlerin davranışlarını değil, yetişkinlerin de davranışlarının incelenip gözlenmesi gerekir. Yine eğer biz insan tabiatını daha iyi anlamak istiyorsak, insan hayatının sadece belirli safhalarını değil, onu bir bütün olarak araştırmalıyız. Oysa insan gelişimiyle ilgili olarak gelişim psikolojisi doğumla başlayıp ergenlik dönemine kadarki dönemi incelerken, yirminci yüzyılın ikinci yarısında bir bilim dalı haline gelen gerentoloji bilim dalı ise daha ziyade yaşlıların tıbbı problemleriyle ve onların özellikleriyle ilgilenmekte, böylece ergenlikle yaşlılık arasındaki döneme ilişkin büyük bir boşluk kalmaktadır. Hâlbuki bizler hayatımızın büyük çoğunluğunu ne çocuklar ne de yaşlılar olarak değil, yetişkinler olarak geçirmekteyiz. Gerçekten de yaşamımız boyunca bizler normal olarak ömrümüzün bir çeyreğini büyüyerek geçirirken, geri kalan 3/4'ünü yetişkin olarak yaşamaktayız. Ancak işin ilginç yanı, psikologların ve diğer ilim adamlarının çoğunluğunun çocukluk ve gençlik üzerine çalışmalarını yoğunlaştırırken yetişkinlik dönemini ihmal etmeleridir.
Dolayısıyla biyolojik açıdan nasıl insanının sadece bebeklik, çocukluk, ya da ergenlik dönemlerini değil tüm hayat evrelerini anlamamız gerekiyorsa, eğitim açısından da insanı bir bütün olarak ele alıp, onun bedensel, zihinsel, duygusal, toplumsal ve kültürel özelliklerini dikkate alarak uygun eğitim ve öğretim metotlarını geliştirmemiz gerekir. Aslında hayat şartları artık bunu zorunlu hale getirmektedir. Çünkü biz bilgi çağında yaşıyoruz. Bu bilgi çağı daha fazla bilgiyi gerektirmektedir. Yapılan araştırmalar gelecek yüzyılın ilk çeyreğindeki işlerin büyük çoğunluğunun üniversite ve üniversite ötesi eğitimini gerekli kılacağını ortaya koymaktadır. Bilim adamları gelecek yıllarda okur yazarlığın tanımının değişeceğini, sadece okuma yazma kabiliyeti, basit dört işlemleri yapmanın, artık toplumda tamamen yetersiz kabul edileceğini ve sadece bunları öğreten eğitim programlarının ortadan kalkacağını savunmaktadırlar. Elbette biz en iyi şekilde çocuklarımızı eğitmeye devam edeceğiz. Ancak aynı şekilde yetişkinleri de eğitmek ihtiyacındayız. Dolayısıyla artık günümüz eğitimcileri hayat boyu eğitimi her bireyin öğrenme ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, potansiyellerini ortaya çıkarabilmesi ve daha geniş bir toplum içerisinde bir yer keşfedebilmesi için temel bir hak ve medeni bir toplumda en temel bir gereksinim olarak görmektedirler. Ancak şu da bir gerçektir ki, yetişkinler artık çocuk değillerdir. Onlar birçok açıdan çocuklardan farklılık arz etmektedir. Bu yüzden onların eğitimi ve öğretiminde dikkat edilmesi gereken hususlar da çocuklarınkinden farklı olacaktır.
Bu makalede herhangi bir özel yetişkin eğitim kurumunu dikkate almadan genel olarak yetişkin eğitiminde dikkat edilmesi gereken hususları, yani bir bakıma yetişkin eğitiminin temel prensiplerini ortaya koymaya çalışacağım. Elbette bu temel prensiplerin hepsi yetişkin eğitimine yönelik belli bir eğitim kurumununun bireylerine tam olarak uygulanamayabilir. Ancak hangi yetişkin eğitim kurumu olursa olsun, bu temel prensipleri gözardı edemez. Yetişkin eğitimiyle uğraşanların yapacağı şey bu temel prensipleri kendi eğitim ortamlarına adapte etmektir. Yetişkin eğitimine ilişkin önemli hususlar 9 madde halinde sıralanmıştır. Elbette bu maddeler kısaltılabilir de, başkaları da eklenebilir.
Yetişkin Eğitimin Temel Prensipleri
1. Yetişkinler daha çok kendi kendilerine bağımsız olarak öğrenmeyi tercih ederler
Çocuk eğitimiyle yetişkin eğitimi arasındaki en bariz özellik, çocuklar bağımlı bir kişiliğe sahipken, yetişkinler bağımsız bir kişiliğe sahiptir. Dolayısıyla pedagojide öğrenci durumunda olan kişi bağımlı kişidir. Toplum ya da devlet, okullar aracılığıyla onların ne öğreneceğini, ne zaman öğreneceğini, hatta nasıl öğreneceğine ilişkin tüm sorumlulukları öğretmene vermiştir.
Andragojide, yani yetişkin eğitiminde, ise olgunlaşmanın tabii bir sonucu olarak yetişkin kişiden, bağımlı bir kişilikten bağımsız bir kişiliğe, kendi kendini idare eder duruma gelmesi beklenir. Yetişkinler her ne kadar bazı geçici durumlarda bağımlı olsalar bile, genellikle kendi kendini yönlendirme açısından derin bir psikolojik ihtiyaca sahiptirler. Ancak bu süreç her insanda aynı anda ve şekilde ortaya çıkmaz. Yetişkin eğitimiyle uğraşan kişilere düşen görev bu hareketi teşvik etmek ve geliştirmektir.
Yetişkinlerin öğrenmeleriyle ilgili olarak yapılan son araştırmalar yetişkinlerin büyük çoğunluğunun kendi kendilerine öğrenmeyi tercih ettiklerini göstermektedir. Allen Though yaptığı araştırma sonucunda yetişkinlik yıllarındaki öğrenme projelerinin % 70'inden fazlasının yetişkinlerin kendileri tarafından yapıldığını ortaya koymuştur. Diğer öğrenme projeleri ise ya bir gruba, bir öğreticiye, veya özel derslere, yahut da diğer bazı insan dışı kaynaklara dayanmaktadır. Araştırma sonuçlarına göre bunun dört önemli nedeni vardır: 1) Yetişkin kendisini, kendi öğrenim hızı ve gidişatına göre ayarlar, 2) Kendi öğrenim şekillerine kendisi karar verir, 3) Öğrenme şeklini kolayca değiştirip daha esnek bir hale getirebilir ve 4) Öğrenme projelerine kendi tarz, yapı ve planlarını uygulayabilir.
Bundan dolayı bazı eğitimciler "kendi kendine yönlendirme" prensibini, eğitimcilerin "akademik ortodoks"u olarak adlandırmaktadırlar. Bu konuda bir yetişkin eğitimci olan J.R. Kidd genellikle yetişkin eğitiminin amacının harici yönlendiriciden ziyade bireyi sürekli olarak "dâhili yönlendirici," kendi başına yönlendiren öğrenci yapmak olduğunu ifade etmektedir.
Yetişkinleri kendi başına öğrenmeye iten nedenlerden biri de hiç şüphesiz onların farklı bireysel özelliklere sahip olmalarıdır. Bilindiği gibi eğitim ve öğretimde bireysel farklılıklara dikkat etmek esastır. Bu yetişkin eğitiminde daha da göze çarpmaktadır. Genel olarak kabul edilmektedir ki, bireysel farklılıklar ilerleyen yaşlarda daha fazla göze çarpar. Bir de buna eğitimsel ihtiyaç ve isteklerdeki farklılıkları, öğrenme şekillerini, öğrenmeden beklentilerini, hayat tecrübelerini göz önüne alırsak, niçin yetişkinlerin kendi kendilerine bağımsız olarak öğrenmeyi tercih ettiklerini daha kolay anlayabiliriz. Ancak bu demek değildir ki, yetişkinlerin öğretmenleri hiçbir zaman öğrencilerine fikir vermez ya da onlara görüş beyan etmez. Elbette genellikle kabul edilmiş bilgileri, değerleri, davranışları onlara aktarır. Ancak burdaki fark, onlara hiçbir zaman bunların kabulü konusunda zorlama yapmaz. Yetişkinlerin çeşitli eğitim etkinliklerine katılma konusunda bizzat kendi zamanlama programları vardır. Yetişkinler çoğunlukla eğitim faaliyetlerine ihtiyari olarak katıldıklarından istedikleri zaman gelip gitmeyi isterler.
2. Öğrenme konusunda yetişkin tecrübesi önemli bir yer tutar
Şu bir gerçektir ki yetişkinler yetişkinlik dünyasına çocuklara kıyasla tecrübe açısından oldukça farklı bir konumda girerler. Çocukluğa ya da gençliğe oranla daha uzun süre yaşadıklarından daha geniş ve büyük tecrübeleri vardır. Onlar sadece daha büyük tecrübeye değil, aynı zamanda çeşit olarak da farklı tecrübelere sahiptirler. Çocukların kendi hayatlarını kazanma, evlenme, çocuk sahibi olma, gerçek anlamda toplumsal sorumluluk veya diğerlerinin refahı açılarından herhangi bir sorumlulukları olmazken, yetişkinlerin yukarıdaki saydığımız her bir alana ilişkin sayısız tecrübeleri vardır.
Burada çocuklarla yetişkinler arasındaki bir başka farklılık daha sözkonusudur. Çocuklar için tecrübe onların başına gelen bir şey, bir olaydır, onları etkileyen dış etkendir, onların ayrılmaz bir parçası değildir. Eğer çocuklara kim olduğu sorulursa, muhtemelen kendilerini anne-babalarına, kardeşlerine, nerede yaşayıp hangi okula gittiklerine göre tarif ederler. Onların bireysel kimliği büyük oranda dış kaynaklıdır. Bunu bir örnekle açıklayalım: Eğer biri bana on yaşındayken kim olduğumu sorsaydı, muhtemelen ben aşağıdaki şekilde cevap verecektim: "Adım Mustafa Köylü, babamın adı Ahmet, görevi esnaf, falan mahallede oturuyorum, filan ilkokula gidiyorum." Benim aşağı yukarı tüm kimliğim dış kaynaklardan çıkartılmış olacaktı. Aynı soru bana 35 yaşında sorulduğunda aşağıdaki şekilde cevap veririm. "Adım Mustafa Köylü, İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesiyim. Doktoramı yurtdışında tamamladım. Askerliğimi yaptım. Din Eğitimi derslerine giriyorum. Lojmanlarda kalıyorum. Evliyim ve üç çocuğum var..." Dolayısıyla burada bir yetişkin olarak artık benim bireysel kimliğim dış kaynaklardan değil, bizzat kendi tecrübelerimin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden yetişkinler kendilerini bizzat sahip oldukları tecrübelere dayalı olarak tanımlarlar. Gerçekten de yetişkinlerin sahip oldukları birçok tecrübeler vardır: Örneğin, sosyal tecrübeler, meslek, politika, evlilik hayatı, savaş vs. Oysa bunların hemen hemen hiçbiri çocuklar tarafından tecrübe edilmemektedir. Yine yetişkinler dış dünyada çok çeşitli insanlar ve faaliyetlerle yüz yüze gelirlerken, çocukların dünyası yetişkinlere oranla çok daha dar ve sınırlıdır.
Yetişkinler büyük oranda kendilerini tecrübeleriyle tanımladıklarından onlar açısından tecrübelerin büyük değeri vardır. Yetişkinler geçmiş tecrübelerini kişisel kavram ve kişisel onurlarıyla bütünleştirirler. Yetişkin geçmiş tecrübelerine saygı duyulmasına ve önem verilmesine büyük ilgi gösterir. Bunun sonucu olarak da devam ettikleri veya bulundukları herhangi bir eğitim kurumunda kendi tecrübelerine yer verilmez veya değeri küçümsenirse, böyle bir durumda, reddedilen sadece tecrübenin kendisi olmayacak, bizzat kişinin kendisi olacaktır.
Meseleye yetişkin eğitimi açısından baktığımızda şu sonuçlara varabiliriz: Yetişkin dershanesinde yetişkinin tecrübeleri öğretmenin bilgisi kadar önemlidir. Her iki taraf fikirlerinden karşılıklı olarak istifade edebilirler. Malcolm S. Knowles'ın belirttiği gibi aslında iyi bir yetişkin sınıfında kimin daha çok öğrendiğini belirlemek zordur. Bu iki yönlü öğrenim, otoriteyi paylaşmada da kendini gösterir. Pedagojide öğrencilerin öğrenim yerine getirdikleri tecrübe çok az bir değere sahiptir. Bu tecrübeler bir başlangıç noktası olarak kullanılabilir, ancak öğrencilerin tecrübe yoluyla kazanacakları esas fayda öğretmenin, ders kitabının, yardımcı alet ve edevatın ve diğer uzman kişilerin tecrübeleridir. Böylece göz önünde bulundurulan ancak öğretmenin, ders kitabı yazarının tecrübeleri ve göze ve kulağa hitap eden ders alet ve gereçleridir. Pedagojik metodolojinin bel kemiğini nakledici teknikler, ders anlatımları, okuma parçaları ve diğer görsel ve işitsel araçlar oluşturur.
Öte yandan yetişkinler ise öğrenim için zengin kaynaklar olabilecek geniş tecrübelere sahiptirler. Üstelik bu tecrübeler sayesinde pasif olarak alacakları eğitimden daha fazlasını bu tecrübeler sayesinde kazanırlar. Eğitimdeki temel kaynaklar tecrübe teknikleridir. Sözgelimi laboratuar tecrübeleri, tartışma, problem çözme durumları, alan araştırmaları ve benzerleri.
Knowles'a göre çocuklarla yetişkinler arasındaki tecrübe farklılığının eğitim açısından üç önemli sonucu vardır: 1) Yetişkinler diğerlerinin öğrenimine daha fazla katkıda bulunurlar ve birçok çeşit öğrenme için de kendileri zengin bir kaynaktır, 2) Yetişkinler yeni tecrübelerle ilgili olarak ya da ders alınabilecek konulara cevap teşkil edebilecek temel tecrübelere sahiptirler. Böylece eğer biz yeni öğrenimlere geçmiş tecrübelerimizi bağdaştırıp aralarında bir ilişki kurabilirsek, ancak o zaman eğitim veya öğretimin bir anlamı olur, 3) Yetişkinler büyük oranda sabit davranış ve düşünce kalıplarına sahip olduklarından daha az açık fikirlere eğilim gösterirler.
Burada yetişkinlerin tecrübeleri açısından uygulanacak eğitim metotlarına baktığımızda şu sonuçlara ulaşabiliriz: Yetişkinlerin bizzat kendileri öğretim için zengin bir kaynak oluşturduklarından, ağırlık yetişkinlerin tecrübelerine verilebilir. Bu bağlamda grup tartışmaları, örnek olay, grup terapisi, rol oynama, beceri uygulama deneyleri, alan projeleri, faaliyet projeleri, gösteri, seminerler, toplum gelişimi metotları takip edilebilir.
3. Yetişkinler öğrenmeye karşı farklı motivasyonlara sahiptirler.
Çocuk eğitimiyle yetişkin eğitimi arasındaki en temel farklardan birisi de, onların öğrenmeye karşı farklı motivasyonlara sahip olmalarıdır. Her şeyden önce çocukların eğitimi toplum tarafından belirlenir ve zorunludur. Çocukların eğitiminde hakim olan bir görüş vardır: Ortada bir öğretmen var bir de öğrenci. Öğretmenin görevi önceden belirlenmiş amaçlar doğrultusunda öğrencilerine onların o bilgilere ihtiyaçları olsun ya da olmasın, sınav korkusu, ders ya da sınıf geçme korkusu gibi nedenlerle sürekli bilgi vermektir. Bu yüzden öğrenme oldukça standart biçimde, tüm öğrenciler için adım adım takip edilecek hazırlanmış bir müfredat şeklinde organize edilmiştir. İkinci olarak çocuklar konu merkezlidirler. Çocuklar öğrenimlerinin çoğunu daha sonraki bir zamanda uygulamaya yönelik olarak alırlar. Örneğin ilkokulda alınan eğitim, ortaokul ve lise için, lisede alınan bir eğitim de üniversiteye giriş içindir. Üniversitede aldığı eğitim de kişiyi hayata hazırlayacak bir meslek içindir. Dolayısıyla çocuk için eğitim temel olarak hayatın daha sonraki bir safhasında faydalı olacak olan bir bilgi birikimidir. Bu yüzden çocukların eğitimi çoğunlukla konu merkezlidir.
Öğrenciler eğitimi bir konum elde etme süreci olarak görürler. Bu eğitimin de büyük kısmı hayatlarının daha sonraki bir döneminde faydalı olacaktır. Müfredat konu ünitelerine göre, mantıki bir tarzda organize edilmiştir (örneğin eski tarihten, modern tarihe, basit matematikten ve bilimden daha komplekse doğru). Öğrenciler öğrenmeye yönelmelerinde konu merkezlidirler.
Oysa yetişkinler öğrenmeye ancak gerçek hayatla ilgili herhangi bir problemleri olduğunda, böyle bir şeyi tecrübe ettiklerinde ve onları çözmeye ihtiyaç hissettiklerinde hazırdırlar. Büyük oranda yetişkinler öğrenim aşkı için öğrenim görmezler. Onlar bir görevi yapabilmek, bir problemi çözebilmek veya daha iyi bir şekilde yaşamak için eğitim ve öğretim faaliyetlerine katılırlar. Dolayısıyla onlar problem çözücüdürler. Onlar problemleri ortaya koyma ve onlara makul cevap verme konusuyla ilgilenirler. Bu faraziyenin en önemli sonucu yetişkinlere yönelik müfredat programları hazırlanırken, bu programlar konu ünitelerine göre hazırlanmaktan ziyade yaşam şartları ve problemlerine yönelik konular çerçevesinde hazırlanmalıdır. Örneğin, Bilgisayar I, Bilgisayar II, gibi ders başlıkları bir fakülte öğrencisi için uygun olabilir. Ancak yetişkinler içinse bilgisayar nasıl kullanılır, nasıl yazı yazılır ve nasıl çıktı alınır daha önemlidir. Bilgisayarın tarihçesi, nasıl çalıştığı, program yapımı, programlar arasındaki farklar vs. ancak uzmanları ilgilendiren ayrıntılardır ve yetişkinleri çok fazla ilgilendirmez. Yine bir yetişkin kişi işini kaybetmişse veya işsizse onu "temel dünya dinleri" başlıklı bir konu hiç ilgilendirmez, fakat işle ilgili karşılıklı konuşma daha çok ilgilendirir.
Ayrıca yetişkin bir kişi konulara hiçbir zaman gelecekte bir gün onların kendisine faydası dokunacağı için çalışmaz. Aksine o kendisinin içinde bulunduğu duruma ağırlık verir. Farklı bilgi alanlarındaki gerçekleri ve bilgileri bilgi birikimi için değil, sadece problemlerini çözmede yardımcı olacağı için öğrenir.
Yetişkinlerin öğrenmeye daha çok problem-konu merkezli bir yaklaşımla geldiklerinden, yetişkin kişi öğrendiği şeylerin hemen uygulanmasıyla ilgilenir. "Öğrendiğim bu bilgiyi nasıl kullanırım" sorusu yetişkin kişi tarafından sorulan temel sorudur. Yetişkinler daha sonraları kullanacakları depo bilgilendirmelere veya sormadıkları sorulara cevap teşkil eden şeylere fazla ilgi duymazlar. Yeni öğrenilecek konu direkt olarak hemen lazım olan ihtiyaca ve bilginin faydacılığıyla ilgilidir. Bu yüzden kısa süreli eğitim faaliyetleri yetişkinler için daha önemlidir. Gerçek hayata uygulanabilecek bilgiler yetişkinler için son derece önemli iken, yetişkinin hayat tarzına uymayan veya pratikte fayda sağlamayacak extra bilgiler yetişkinler için çok fazla bir anlam ifade etmez.
Yetişkinlerin büyük çoğunluğu eğitim faaliyetlerine gönüllü olarak katılırlar. Aslında bu insanda fıtri bir özelliktir. İnsan daima yeni hüner ve beceriler kazanmak, mevcut becerilerini geliştirmek ve yeni bilgiler elde etmek ister. Ancak bu durumdan çıkarılması gereken bazı hususlar vardır: Yetişkinler bu eğitim faaliyetlerine gönüllü katıldıklarından, eğer onlar eğitim faaliyetlerinin kendi ihtiyaçlarını karşılamadığı hissine kapılırlarsa veya bu faaliyetin kendileri için özel bir anlam ifade etmediğini anlarlarsa yahut da anlamsız gelirse onlar çok kolay bir şekilde bu eğitim faaliyetini terk edebilirler. Bu yüzden yetişkin eğitimcilerin, müfredat programı geliştirmesine ve eğitim sürecine çok dikkat etmeleri gerekir. İncelenecek konu ya da problem yetişkinin bizzat kendi hayat tecrübesiyle örtüşecek bir şekilde olması gerekir. Bu da ancak yetişkinin mevcut ya da geçmiş tecrübeleri dikkate alınarak, verilecek bilgiyle öğrenen kişinin mevcut bilgileri arasında bir ilişki kurmaya çalışmakla mümkün olabilir.
Yetişkin eğitimci, yetişkinin bu özelliklerini bilip ona göre öğrencilerine kendi ihtiyaçlarını bilmelerine yardım edici şartları, araç ve gereçleri hazırlamalıdır. Yine öğrenim programları öğrencilerin hayat uyumları kapsamında geliştirilip onların öğrenme durumuna göre düzenlenmelidir.
4. Yetişkin eğitiminde fiziki ve psikolojik çevre son derece önemlidir
Yetişkinler en iyi stres altında olmadıkları zaman öğrenirler. Hoş olmayan ve rahatsız edici durumlar uzun süre hakim olursa, yetişkin stres ve kaygı içine girer ve öğrenmesini de olumsuz yönde etkiler. Yetişkin eğitiminde iki çevre, fiziki ve psikolojik çevre son derece önemlidir. Yetişkinin fiziki çevresi onun ferahlık hissedeceği bir yer olmalıdır. Fiziki çevre olarak sandalyeler yetişkinlerin rahatça oturacağı şekilde düzenlenmeli, sigara içilip içilmeyecek yerler ayrılmalı, sıcaklık ve soğukluk sistemi uygun bir şekilde ayarlanmalı, estetik olarak da iyi hazırlanmalıdır. Dekorasyonu ilgi çekici olup aynen bir oturma odasını andırmalıdır. O ne çok kalabalık ne de çok seyrek olmalıdır. Toplanma odaları tabii olarak yetişkinin durumuna göre düzenlenmeli ve akustik ve ışıklandırma yetişkinin görme ve işitme durumları göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.
Yetişkinler için sadece fiziki çevre değil, belki ondan da önemlisi psikolojik çevredir. Dolayısıyla yetişkinlerin bulunduğu ortam yetişkinlerce kabul edilme, saygı duyulma ve desteklenme hissi verecek şekilde olmalıdır. Bu ortamda öğrencilerle öğretmenler arasında birlikte hareket ederek ceza ve gülünç duruma düşme korkusundan uzak ifade özgürlüğünün olduğu karşılıklı bir ortam olmalıdır. Muhtemelen yetişkin eğitiminde en önemli faktör öğretmenin tutum ve tavırlarıdır. İsmiyle hitap etme, onların sözlerine kulak verme vs. Eğitim ortamı karşılıklı saygı esasına dayanmalıdır. Eğitim ortamına katılan her bir kişi bir diğerini değişik tecrübe kaynağı olarak görüp, birbirlerinin farklılıklarına önem vermelidirler. Birbirlerini dikkatle dinleyip birbirlerine destek vererek birbirlerine karşı ihtimam göstermelidirler. İnsanlar emniyet içinde kendilerini açık bir şekilde ifade etme ve gerçek fikirlerini açıkça ortaya koymada kendilerini hür hissetmelidirler.
Karşılıklı güven ve sorumluluk üzerine olmalıdırlar. İştirak eden kişiler öğretici kişiyi onları kontrol eden veya yönlendiren bir kişi olarak değil, onu bir sade kişi olarak görürler. Yetişkin eğitiminin yer aldığı yer sadece öğretme yeri değil, aynı zamanda bir öğrenme yeridir. Yetişkin eğitiminde temel olan özelliklerden biri de katılan kişilerde her birinin ayrı ayrı değerli birer birey oldukları ve hepsinin de ayrı ayrı saygıya layık oldukları hissinin kazandırılmasıdır. Diğerlerine karşı saygısız davranmak, onların derslere olan katkılarını önemsememek veya onların başarısızlığını toplum önünde sergileyerek onları utandırmak yetişkin eğitimi için bir felakettir. Bu şekilde davranan eğitimciler bir takım sonuçlara katlanmak zorundadırlar. Böyle bir durumda yetişkinler ya eğitimi terk edecekler, veya öğrenme ortamına katılma konusunda bir ilgisizlik gösterecekler ya da toplum içinde yine utandırılacağım hissiyle öğrenmeye karşı olumsuz bir tavır takınacaklardır.
Dolayısıyla çocuk eğitiminde olduğu kadar ve belki de daha fazla yetişkin eğitiminde önem verilmesi gereken temel hususların başında kişisel farklılıkları, farklı düşünceleri kabul etmek, her bireye gereken önemi vermek ve bunu eğitim sürecinin bir parçası olarak görmektir. Aksi takdirde katılımcı teknikleri önemsemeyen, onlara önem vermeyen eğitimciler dinleyicilerinin artan oranda ya fiziki yokluğuyla karşılaşacak, ya da sunulan bilgiler bağlamında zihni yokluklarıyla karşılaşacaktır. Bu zihni yokluk da fiziki yokluk kadar önemlidir.
5. Yetişkin için zaman son derece önemlidir
Çocuklar ve yetişkinler zamanı farklı olarak algılarlar. Örneğin 8 yaşındaki bir çocuğun zaman kavramı ve dolayısıyla eğitim ve öğretime bakış tarzıyla hayatın hemen hemen orta yaşı olan 35-40 veya 70 yaşına gelmiş kişilerin zamana ve eğitim ve öğretime bakış tarzı büyük farklılık arzeder. Bir çocuk veya genç zamanı "doğumdan şu ana kadar" olarak algılarken, 40'ını aşmış bir yetişkin ise zamanı "mevcut andan ölüme kadar" şeklinde değerlendirir. Böylece zaman kısaldıkça, öğrenmenin de daha çok hayatın o anki gerçek problemlerine yönelik olması beklenir ve yetişkin için geçmiş tecrübeler büyük önem arz eder.
Gelecekle ilgili zaman kavramı konusunda yaygın olan kanaat ve tecrübeler kişinin yaşlandıkça zamanın daha hızlı geçtiğidir. Bu durumun izahı aritmetik olarak aşağıdaki şekilde izah edilebilir. Onaltı yaşındaki bir kişi için bir yıl o kişinin yaşadığı hayatın 1/16'sıdır. Kırk yaşındaki bir kişi için bir yıl yaşanan yılların 1/40'ıdır. Yetmiş yaşındaki bir kişi için de yaşanan zamanın 1/70'idir. Böylece yaşın ilerlemesiyle zaman birimi, örneğin bir yıl yaşam, zamanın eksilen bir kısmı olur ve böyle kavranılır. Şüphesiz bu durum kişinin zaman ve hayat akışına etki ettiği gibi öğrenmeye ilişkin tutum ve davranışlarına da önemli derecede etki eder.
Yetişkin için zamanın çok önemli sonuçları vardır. Bu fiziki, kültürel ve hissi açıdan önemlidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi yetişkinler zamanı farklı olarak algılarlar. Çocuk ya da genç sadece şu an için değil, gelecek için yaşar. Zaman genç için sonsuz gibi gelir. Oysa yetişkin için zaman harcamak para harcamak kadar önemlidir. Bu yüzden yetişkinler için farklı konular daha cazip gelebilir. Böylece yetişkinin gözünde geçen her yıl bir kayıptır. Sonuç olarak kişi yaşlandıkça, her yıl, yaşanacak olan toplam zamanın eksilen bir bölümü olur ve zamanın önemi artar, çünkü arkadaşlarının, yakınlarının ebeveyninin ölümü hayatın sonluluğunu gösterir.
Çoğu zaman yetişkinler öğrenime gönüllü olarak katıldıklarından, zamanı kullanma konusunda oldukça duyarlıdırlar. Yetişkinler zamanlarını boşa geçirmek istemezler. Bu yüzden yetişkin eğitimciler zamanın nasıl kullanılması gerektiği konusunda çok hassas olmalıdırlar. Bir şeyi zamanında başlayıp zamanında bitirmek, zaman cetveline uygun bir şekilde hareket etmek, zamanı kullanma konusunda esneklik göstermek, yetişkinlerin durumuna uygun olarak kısa ya da uzun süreli eğitim programları düzenlemek, başlıca zamanı etkili bir şekilde kullanma yöntemleridir.
6. Yetişkinlikle öğrenme kabiliyetinin gerilemesi arasında zorunlu bir ilişki yoktur: Yetişkinler de öğrenebilir
Bir zamanlar öğrenmenin sadece çocuklar ya da gençler için olduğu kabul ediliyordu. Bu yüzden de "yaşlı köpeğe yeni entrikalar öğretemezsin" sözü batıda darbımesel olmuştu. Bu bizim toplumumuzda da geçerli olup, adeta 40 yaş hayatın bir dönüm noktası olarak görülmekte ve adeta bu yaştan sonra öğrenmenin imkansız olduğu sanılmaktadır. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar son zamanlara kadar yaşın kendi başına öğrenme konusunda bir engel olmadığını göstermiştir. Şu an genellikle kabul edilen görüş şudur ki, eğer öğrenme üzerine yaşın bir engeli varsa bu ancak 75 yaş ve sonrasıdır. Yani o zamana kadar herkes öğrenebilir. Ancak bu 75 yaşına kadar vücutta meydana gelen değişikliklerin hiç öğrenmeye olumsuz yönde etki etmeyeceği anlamına gelmez. Yetmiş beş yaş ve sonrasında öğrenmeye engel olabilecek bir takım fiziksel kayıplar söz konusudur. Bununla beraber bu olumsuz şartların bir takım düzeltmeler yoluyla örneğin gözlükler, işitme cihazları, artırılan aydınlanma, öğrenme için verilen zamanın artırılması önüne geçilmesi mümkün olabilir.
Cevabın doğruluğu zorunlu olarak yaşlılığın bir sonucu olarak etkilenmez, ancak cevabın hızı etkilenir. İnsanlar yaşlandıkça yavaşlarlar. Yavaşlama kendini çeşitli şekillerde ortaya çıkarır: Bunlardan birincisi damarlardaki kan dolaşımı hızının azalmasıdır. Diğeri ise nervus sisteminden bilgilerin geçişindeki yavaşlamadır. Yaşlı kişilerin seslere karşılık verme, sesleri anlama ve cevap verme konusunda daha yavaş oldukları da bir gerçektir. Bu yavaşlamanın öğrenme ya da eğitimle olan ilişkisine gelince, yetişkin insanların verdikleri cevapların doğruluklarına gençlere ya da çocuklara oranla daha fazla önem verdiklerinden, onlar aşina olmadıkları ya da karışık bir duruma maruz kaldıklarında daha yavaş cevap verme veya karşılık verme temayülü gösterirler. Bütün bu sebeplerden dolayı o daha yavaş kavrar, daha yavaş hareket eder ve daha yavaş düşünür. Böylece onun öğrenme hızı veya oranı eksilebilir, ancak bu onun verdiği cevapların doğruluk oranına ve bu yüzden de öğrenme yeterliliğine olumsuz yönde etki ettiği anlamına gelmez.
Buradan yeni şeyleri öğrenmek için yaşlıların daha fazla zamana ihtiyaçları olduğu sonucuna varabiliriz. Bununla beraber şu da bir gerçektir ki, temel bireysel farklılıklar ve cevap hızının kendisi öğrenmeye bir engel değildir. Bir yetişkin eğitimci olan Knox'a göre "zaman kontrol edildiğinde, 40 ve 50'lerinde olan çoğu yetişkinler 20'lik ve 30'luk dönemlerindeki gibi aynı öğrenme kabiliyetine sahiptirler." Bu durum da göstermektedir ki, yetişkinlere yeterli zaman verildiğinde onlar da etkili bir şekilde öğrenebilirler. Yapılan işlerde yavaşlılık ve hızlılık yaştan ziyada biraz da kültürel bir değer taşır. Örneğin Asya insanında zaman o kadar önemli değilken, batı kültüründe iş kadar onu kısa zamanda yapmak da önemlidir.
7. Yetişkin eğitiminde en büyük engel görme ve işitme kaybıdır
Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi öğrenme kabiliyeti yaşla birlikte mutlaka gerilemez, ancak görme ve işitme konusundaki tabii kayıplar öğrenme sürecini olumsuz yönde etkileyebilir. Hayvan ticaretiyle uğraşan insanların hayvan alımında ve satımında dikkat ettikleri en önemli husus onun yaş ve sağlık durumunun bir göstergesi olan dişlerine bakmaktır. İnsan türüne gelince onun da sağlıklı olduğunun en önemli göstergesi gözünün görme gücü ve kapasitesidir. İnsan vücudunda en önemli ve en belirgin değişiklik gözde meydana gelmektedir. Görsel fonksiyon insanın fizyolojik yaşının açık bir göstergesidir.
Gözün görmeyle ilgili olarak temelde dört işlevi vardır: 1) keskinlik (en küçük detayları idrak etme kabiliyeti), 2) uyum (accommodation) (objeleri hem yakın ve hem de uzaktan açıkça görme kabiliyeti), 3) adaptasyon, (aydınlık ve karanlığa uyum kabiliyeti, 4) renk ayırımı, (renkler arasındaki benzerlik ve ayrılılıkları ayırt etme kabiliyeti. Gözün bu özelliklerinden keskinlik 40-50 yaşına kadar hemen hemen aynı kalır, ondan sonra kesin ve ani bir kayıp vardır, 70 yaşından sonra aşağı yukarı gözlük kullanmak evrensel bir ihtiyaçtır. Uyum da düşüş ya da kayıp 6 yaşından itibaren başlar, 60 yaşına kadar sürekli olarak azalır, 60 yaşından son yıllara kadar aynı derecede kalır. Adaptasyon 20 yaşından 60 yaşına kadar doğrusal olarak bir düşüş gösterir, bu azalma neticesi göz daha parlak ışık ve ışıktaki değişikliklere adapte olmada daha fazla zamana ihtiyaç gerektirir. Renk ayrımı--yaşla birlikte azalır.
Genel nüfus oranı dikkate alındığında, görmenin en doruk noktasında olduğu dönem 18 yaş civarıdır. Ondan sonra 40 yaşına kadar aşamalı olarak geriler, 40 yaşından 55 yaşına kadar önemli bir düşüş kendini gösterir. Gözde 55 yaşından sonra da düşme devam eder ancak bu 40 ile 55 yaş arasında olduğu kadar hızlı ve keskin değildir.[33] Yapılan bir araştırma 20 yaşından küçük olanlarda normal görüşün % 77, 40 ile 44 yaşları arasında % 50, 50 ile 54 yaşları arasında % 25, 60 ve daha yukarı yaşlarda ise ancak % 6 olduğunu ortaya koymuştur.
Herkes baston kullanmanın yaşlanmanın bir işareti olarak kabul ederken, insanlar yaşlandıkça onların daha fazla ışığa ihtiyaçları olduğunun farkında değildirler. Elli yaşından sonra ışıklandırma önemli bir faktör haline gelir. Elli yaşındaki bir kişi 20 yaşındaki bir kişiye oranla % 50 daha fazla ışığa ihtiyaç duyar. Görme zayıflığından hemen sonra ikinci sırayı işitmedeki düşüş alır. On beş yaşından küçük olan çocuklar % 5 oranında dinleme bozukluğuna sahip olurlar. Bu kayıp bir karşılıklı konuşma ya da telefon konuşmasında zorluklar çıkarmaya kâfidir. Altmış beş ve yukarısı içinse bu durum % 65 oranına kadar yükselir.
Kişinin davranışına olan etkisi açısından, işitme kaybının psikolojik etkisi, fizyolojik ya da fiziki etkisinden daha önemli olabilir. Çünkü o bireylerin kendi kabuklarına çekilerek toplumdan uzaklaşmalarına neden olup kişinin kendine güveni kaybetmesinde ve emniyetsiz hissetmesinde belirleyici bir etkisi olabilir. O kişide artık yeni şeyler öğrenemiyor hissini yaratmasına neden olabilir. O yeni bir duruma girme konusunda ona uyum sağlayamayacağı endişesiyle özellikle, kalabalık ya da karışık durumlarda, daha çekingen olabilir. İşitme kaybının diğer etkileri de olabilir. Örneğin iyi işitmeyen bir kişi terk edilmiş, arkadaşlarından dışlanmış hissine kapılabilir. Hatta o diğer insanların kendisi hakkında dedikodu yaptıkları inancına bile inanabilir. İşitme kaybına sahip bazı kişiler bir çeşit paranoya semptomu bile geliştirebilirler.
Yetişkinlerdeki bu işitme kaybının fiziki rahatsızlıktan ziyade meydana getirdiği psikolojik rahatsızlıkların öğrenmeye olan olumsuz yöndeki etkisi daha büyüktür. İşitme kaybı olan bir kişi alınan bilgilerin doğruluğu konusundaki endişesine, kendine güven ve itimadın kaybına, kişilerarası ilişkilerdeki fikir alışverişinin bozulmasına neden olabilir. Örneğin bir yaşlı kişi hızlı bir konuşmayla karşılaştığı zaman, % 45'e kadar olan anlama düzeyini kaybedebilir. Yine iyi işitmediğinden dolayı bir soruya gülünç cevap verdiği zaman, diğer bireylerin yanında mahcup duruma düşebilir. Böyle bir durumda da diğer bir sözel cevabı reddederek içine kapanma olacaktır. Bir kere öğrenen kişinin kendine güveni sarsılınca, tekrar onu yeniden inşa etmek uzun zaman alır. Genellikle böyle bir durumda yetişkin, diğer kişilerarası ilişkileri de etkileyen bir kaçış durumuna itilir.
Yaşlılık, beraberinde sadece yeterli bir iletişim için yüksek volümü değil aynı zamanda cevaplama süresi için fazla zamanı da gerektirir. Yaşlı kişiler sadece orijinal uyarıcıları algılamada daha fazla zamana ihtiyaçları olmaz, aynı zamanda sesin anlamını nakletmede ve ona göre cevap vermede de daha uzun zamana ihtiyaçları vardır. Kadınlar daha düşük seslere karşı hassasiyeti kaybederlerken, erkekler yüksek seslere karşı hassasiyeti kaybederler. Bu da yaşlı kadınların kadınlarla, yaşlı erkeklerin de yaşlı erkeklerle daha iyi anlaşmalarını sağlar. Öğrenme sadece işitme ve görme cihazlarını gerekli kılmayıp aynı zamanda kendine güveni ve yeni tecrübelerle karşılaşma istekliliğini de gerektirdiğinden, işitme kaybının, yaşlıların öğrenim faaliyetlerinde en büyük engel olduğu söylenebilir.
8. Yetişkin eğitiminde ihtiyaçların teşhisi, planlanması ve değerlendirme işi yetişkinlerin kendilerine bırakılmalıdır.
Geleneksel ya da çocuk eğitimiyle yetişkin eğitimini birbirinden ayıran en önemli faktör, yetişkin öğreniminde yetişkinin ne öğreneceği konusuna kendisinin karar vermesidir. Bu yüzden andragojide yetişkin öğrenci konusunda yetişkinin nelere ihtiyacı olduğu hususunda onun bu sürece iştirak etmesinin büyük önemi vardır. İnsan tabiatının bir kanunudur ki, insanlar eğer herhangi bir şeye kendileri karar verirlerse, ona daha çok dört elle sarılırlar. Aksine dayatmanın ve kendi isteklerinin zıddına olan bir şeyin sonucu iyi de olsa reddederler. Bu yüzden andragojide temel unsur her ne kadar öğretici durumunda olan birey rehberlik etse de, öğrenciler de mutlaka öğrenimleri konusunda planlama sürecine katılmalıdırlar. Eğer sayıları azsa hepsi, büyükse içlerinden seçilecek bir grup vekalet yoluyla bu karar verme sürecine katılmalıdır.
Yetişkin eğitimi işbirliği ruhu içinde gerçekleşmelidir: Birlikte iş yapma ya da eğitim faaliyetlerine katılma okul eğitimiyle yetişkin eğitimi arasındaki en temel farklılıklardan biridir. Okul eğitiminde dersler, ders programları, değerlendirme standartları genellikle öğrencinin dışındaki kaynaklar tarafından geliştirilmiş ve eğitim ve öğretim sonrasında bir sınıf geçme ya da sınıfta kalma söz konudur. Oysa yetişkin eğitiminde diploma ya da sınıfta kalıp geçme gibi daha çok okul eğitiminde geçerli olan hususlar ağırlıklı olmadığı için, genellikle ihtiyaçların ortaya konmasında, amaçların belirlenmesinde, öğrenme metodlarının seçilmesinde ve değerlendirme sürecinde hep yetişkinlerin yardımına başvurulur ve başvurulmalıdır.
Tabiî ki böyle bir yardımlaşma ruhu ancak gönüllü öğrenmenin yer aldığı ve eğitim ve öğretim faaliyetlerine katılan kişilere saygı duyulduğu bir ortamda gelişebilir. Yetişkin eğitimiyle ilgili bir diğer konu da öğrenmenin değerlendirilmesi problemidir. Muhtemelen geleneksel pedagoji ile andragoji arasındaki en önemli farklardan birisi de değerlendirme problemidir. Yetişkini bir başka kişinin hükmetmesi olayı hariç, hiçbir şey onu daha fazla çocuksu yapmaz. Bu durum saygısızlığın ve bağımlılığın nihai bir işaretidir. Bu yüzden andragojik teori bir kendi kendini değerlendirme sürecini önerir. Bu süreçte öğretmen sadece yetişkinin eğitimleri boyunca ne kadar hedefe ulaştıkları konusunda yardımcı olmaya çalışır. Ancak değerlendirme, dersin üstün ve zayıf taraflarını tartışarak, karşılıklı bir durum değerlendirmesi olabilir.
9. Yetişkin eğitiminde öğretmenin görevi sadece rehberlik etmektir.
Eğitim ortamlarında kullanılan ders araç ve gereçleri, ya da dersin içeriği kadar öğretmenin kişiliği, onun kendi fikirleri, değerleri ve öncelik verdiği bir takım şeylerin de önemli olduğu bir gerçektir. Ancak yetişkin eğitiminde öğretici durumunda olan kişinin sahip olduğu kişisel değerler ya da öncelikli hususların yetişkinleri etkilemeye ya da onların beyinlerini yıkamaya yönelik faaliyetlerin yeri yoktur. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi yetişkinleri çocuklardan ayran temel özelliklerden biri onların sahip olduğu halihazırdaki bilgi birikimi ve tecrübeleriyle eğitime aktif olarak katılma durumlarıdır.
Geleneksel pedagojik uygulamalarda öğretmenin fonksiyonu genellikle "öğretmek" olarak tarif edilir. Eğitim-öğretim sürecinde meydana gelen her şey için tüm sorumluluklar öğretmene verilir. Öğrenen kişinin rolü sadece öğretmenin aktardığı bilgileri pasif bir şekilde almaktır. Yetişkin eğitiminde ise bu sorumluluk hem öğretmene ve hem de öğrenciye aittir. Andragojide öğretmenin rolü kaynak kişi, öğreticiden (kacalisit) ve sihirbazdan ziyade rehber kişi olarak tarif edilir. Dolayısıyla yetişkin eğitiminde öğretmenin rolü, öğrenci durumunda olan kişiye ancak yardım etmektir. Bu yüzden bazı yetişkin eğitimciler, yetişkinleri eğitip öğreten kişilere söylenen "öğretmen" kavramı yerine "kolaylaştırıcı" anlamına gelen facilitator kelimesini tercih ederler. Bu kavram yardım etme, kolaylaştırma ya da muktedir kılma anlamına gelen humanistik psikoterapistlerin çalışmalarında ortaya çıkmıştır. Bunların da başında Carl Rogers gelmektedir. Öğrenim yardımcıları kendilerinin tüm cevaplara ya da bilgiye sahip olarak gören didaktik öğretmenler yerine öğrenme sürecinde kendilerini bir kaynak olarak görürler. Onlar demokratik ve öğrenci merkezli olarak bireysel öğrenmeyi geliştirme yönünde, öğrenme metodlarını ve öğrenme ortamını hazırlamada ve devam ettirmede kendilerinin de öğrenciler gibi sorumlulukları olduğunu vurgularlar. Bu vasfı taşıyan kişiler kendilerini genellikle "yardım eden ilişkiler" ve "yardım ilişkileri" olarak vasıflandırmaktadırlar. Böyle bir ilişkiyi oluşturan etmenlerin başında güven, karşılıklı ilişkiler, amaçlı katılım gibi hususlar gelir. Tough onların özelliklerini aşağıdaki şekilde özetler:
1. Onlar sıcakkanlıdır, öğrencilerini sever, onlara ihtimam gösterir, kabul eder ve benimserler.
2. Onlar öğrencilerinin kendi planlama salahiyetlerine karşı büyük saygı duyarlar ve bu konulara müdahale etmek istemezler.
3. Onlar kendilerini öğrenen kişiler olarak eşit görürler.
4. Onlar değişmeye ve yeni tecrübelere açıktırlar ve yardım ettikleri faaliyetlerden öğrenmeyi araştırırlar.
Yukarıda saydığımız bu özelliklerden de anlaşılıyor ki, yetişkinleri eğiten kişiler, öğrencilerinin bireysel kavramlarına (düşüncelerine karşı) duyarlı olmalıdırlar, öğrenme konumunda olan kişilerin tecrübelerine yer vererek onları paylaşmaya istekli olmalı ve onların tavsiyelerine açık olmalıdırlar. Özellikle yaşlıların öğretmenleri, onlara daha fazla zaman ayırmalıdırlar. Öğretmen farklı öğrenme şekilleri ve çok çeşitli öğretme şekillerinin olduğunun farkında olmalıdır. Dengeli, bağımsız ve grup ilişkileri sürdürülmelidir. Öğretmen daima açık olup, gerçekleri sunmalı ve başarıyı övmelidir. Böylece yetişkinin öğrenme konusundaki kaygısını gidermelidir.
Sonuç
Gerek bilim ve teknolojik alanlardaki gelişmelerin, gerekse sağlık alanındaki gelişmelerin bir neticesi olarak artık günümüzde belirli bir yaşa kadar verilen eğitim ve öğretim faaliyetleri kafi gelmemekte, hayat boyu devam eden bir eğitim ve öğretim süreci zorunlu hale gelmektedir. Bu her alan için geçerlidir. Ancak nasıl yetişkinler biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel açılardan çocuklardan farklı bir konuma sahipseler, aynı şekilde eğitim ve öğretim açısından da farklı bir konuma sahiptirler. Eğitimcilere düşen görev her şeyden önce onların bu özelliklerini bilip, ihtiyaçları doğrultusunda, onlara uygun metotlarla eğitim ve öğretim sunmaktır.
Biz bu makalemizde gördük ki, yetişkinlerin eğitimi çocukların eğitiminden oldukça farklıdır. Her şeyden önce yetişkinler bağımsızdırlar ve bu yüzden çoğunlukla kendi başlarına öğrenmeyi tercih ederler. Bunun sonucu olarak da ihtiyaçların teşhisi, planlanması ve verilen eğitimin değerlendirilmesinde mutlaka onların görüşlerine de yer verilmelidir. Onlar için hayat tecrübeleri çok önemlidir, bu bakımdan eğitim ortamlarında mümkün olduğu kadar onların tecrübeleri de dikkate alınmalıdır. Yine onlar için zaman, para ve iş kadar önemlidir, bunun sonucu olarak boş, gereksiz ya da daha sonra kullanılacak bilgilerden ziyade hemen hayatlarında kullanacakları bilgileri öğrenmek isterler. Bu bakımdan onlar problem çözme merkezlidirler. Onlar için hem fiziki hem de psikolojik çevre son derece önemlidir. Dolayısıyla onlar her bakımdan rahat olan bir eğitim atmosferi isterler. Yetişkin eğitiminde öğretici durumunda olan kişinin görevi sadece onlara rehberlik etmektir. Eğitimin yaşı yoktur, her seviyedeki insan öğrenebilir. Ancak öğrenmeye engel teşkil eden fiziki olumsuzlukların ortadan kaldırılması gerekir.
Sonuç olarak denebilir ki, yetişkinler de eğitilip öğretilebilirler. Ancak yetişkin eğitiminin başarı oranı onları tanımaya ve onların özelliklerine göre hareket etmeye bağlıdır.
GÜNÜMÜZDE AİLE İÇİ İLETİŞİM ÖZELLİKLERİ VE SORUNLARI[3]
Aile: “İçinde insan türünün belli bir biçimde üretildiği topluma hazırlanma sürecinin belli bir ölçüde ilk ve etkili biçimde gerçekleştiği, cinsel ilişkilerinin belli biçimde düzenlendiği, eşler ve anne-babalarla çocuklar ve diğer yakınlar arasında belli bir ölçüde içten, sıcak, güven verici ilişkilerin kurulduğu, yine içinde bulunulan toplumsal düzene göre ekonomik etkinliklerin az ya da çok bir ölçüde yer aldığı bir toplumsal kurumdur.”
Aile toplumun en küçük birimi olmakla beraber, toplumu en fazla etkileyen kurumdur. Aile kurumunun temel işlevlerinden biri de, ailedeki herkesin en verimli şekilde gelişimini yerine getirmektir. Gelişimin sağlıklı şekli, her bireyin ihtiyacını mümkün mertebede karşılamaktır. Aile içi iletişim de, bu ihtiyaçlardan biridir. Her ailede iletişim farklılıklar gösterir. Hepimizin kendi kişisel özelliklerimizden kaynaklanan iletişim biçimi vardır. İletişim biçimi farklı olsa da, önemli olan aile içi bireylerin birbirleriyle iletişim kopuklukları olmamasıdır. İletişim, tüm canlılar özellikle de insanlar arasında yüzyıllardan beri süre gelen temel bir olgudur. İnsanlar zaman içinde daha etkili iletişim araçları, yöntemleri, becerileri geliştirmektedirler. Bireyin gelişiminde ve eğitiminde birçok görevi ve işlevi olan aile, iletişim bakımından da çok önemli bir kurumdur. Çünkü çocukların iyi bir gelişme gösterebilmeleri için anne-baba çocuklar arasında etkili bir iletişim kurulması gerekmektedir. Etkili bir iletişim, aile üyelerinin karşılıklı olarak birbirlerini düşüncelerini ve duygularını anlamalarını sağlar, işbirliği, yardımlaşma ve paylaşma davranışlarına yol açar; çocukların gelişmesi için uygun bir ortam oluşmasına neden olur. İyi bir iletişimin gerçekleştiği aile ortamında çocuklar daha özerk ve bağımsız bir kişilik geliştirirler. Düşünme, düşünce ve duygularını açıklama özgürlüğü ve alışkanlığı kazanırlar. Buna karşılık etkili bir iletişimin oluşturulamadığı, iletişim engellerin yer aldığı bir ortamda çocukların gelişim engellenir. Çocuklar özgürce düşünemeyen, düşünce ve duygularını açıkça dile getiremeyen bağımlı bir birey olurlar. İleride çeşitli sorunlarla karşılaşırlar. Bu nedenle aile bireyleri arasında, özellikle anne-baba ile çocuklar arasında etkili bir iletişimin kurulması çok önemlidir. Toplumu oluşturan en küçük sosyal kurum aile olduğuna göre sağlıklı toplumların oluşması açısından çocuğun eğitimiyle ilgili olarak ailenin izlediği yol çok önemlidir. Her aile, bir okuldur. Anne babalar ise o okulun hem öğrencisi hem de öğretmenidir. Ailenin çocuk eğitimine ilişkin anlayışı, içerisinde yaşadığı toplumun kültürüne ve normlarına göre değişmektedir. Ailenin eğitsel ortamı, öğrencinin okulda öğrendiklerini ya pekiştirici ya da köreltici bir özelliğe sahiptir. Çocuğun ailede öğrendikleriyle okulda öğrendikleri birbirini destekleyici nitelikte olmalıdır. Böyle bir paralellik sonucunda öğrencinin okulda öğrendikleri pekişebilir. Aksi durumda öğrenilenler körelebilir.
Aile içi iletişimin gelişebilmesi için önce ebeveynin aralarındaki iletişimin sağlıklı olması gerekir. Yuvanın huzur ve güvenliği, çocuğun gelişimi ve ruhsal sağlığı için gereklidir. Anne–baba ihtiyaçları hakkında birbirleriyle ne kadar samimi, net, açık şekilde iletişim kurarlarsa çocuklar da bu oranda ihtiyaçlarını sağlıklı ifade edebileceklerdir.
Ailenin sorunları gizli–saklı kalmayıp, konuşulabilecek müsait zemin oluşturulup, ortaklaşa çözüm yolları aranıyorsa sağlıklı aile iletişiminden söz edebiliriz. İletişimin temelinde yer alan dinleme ve anlatma, karşılıklı konuşmanın birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Eşler birbirlerine konuşma fırsatı verirken çocuklarına da böylesi fırsat vererek çocuğun önce kendini “birey” olarak algılamasına ve böylece ihtiyacı olan duygusal aktarımdan dolayı rahatlamasına imkân tanıyacaktır.
Aile içi iletişimde diğer önemli nokta, “empati kurabilmektir”. Empati, kendimizi karşımızdaki kişinin yerine koyabilme hadisesidir. Meselâ çocuk oynarken oyuncağını kırdığında “Üzülecek ne var?” diyeceğimize, o oyuncağın çocuğumuz için ne kadar kıymetli olduğunu anladığımızı belirten cümleler kurmamız gerekir. “Oyuncağını çok sevdiğini ve buna üzüldüğünü anlıyorum” gibi. Etkin aile iletişimi için gerekli şartlardan biri de, aile faaliyetlerinin plânlanmasına çocukların da katkıda bulunmalarına, fikirlerini söylemelerine izin vermektir. Meselâ; babanın yaz tatilini nerede–nasıl geçirmek istediklerini tüm aileye sorması ve bu doğrultuda kararlar alması, herkese kendini daha iyi hissettirir. Sağlıklı iletişimin diğer koşulu da ses tonudur. Ses tonumuzu konuya göre ayarlamalıyız ki, sevgimiz hissedilsin, hayır’ımız dikkate alınsın. Aksi takdirde ısrar geliştiren çocuklara sahip olabiliriz. Ses tonundaki vurgu aslında çocuğa ne yapması gerektiğini de bir nebze olarak vurgular.
İletişimde; yargılamadan başlamak, anlamaya çalışmak, sadece duymak değil, etkin dinlemek önemlidir. Unutmayalım ki; iletişim başkasını olduğu kadar kendimizi de anlama aracıdır. Ne kadar olumlu iletişim varsa, o kadar kendimiz ve ötekiyle barışığız demektir. Yapılan bir araştırmada çocuklara: Bir çocuğun hayatında anne babanın rolleri nelerdir? Sorusu yöneltilmiştir. Çocukların verdiği cevaplar :
1. Model olma,
2. Temel ihtiyaçların sağlanması,
3. Yönlendirme,
4. Kültürün ve değer yargılarının kazandırılması,
5. Bilgi kaynağı olma,
6. Özgüven ve sorumluluk bilinci kazandırmadır.
Çocukların söylemiş olduğu değer yargılarını ve kültürel birikimin kazandırılması cevabı aslında verilen diğer cevaplardaki “model olma, yönlendirme, bilgi kaynağı olma, özgüven ve sorumluluk bilincini kazandırma” maddelerinin yardımıyla gerçekleşecektir. Çocuklar söylüyor “Aile her türlü bilginin kaynağıdır ve bu bilgilerden birisi de, değerler ve kültürlerdir. Bu bilgiler, çocukları yönlendirmek, onlara özgüven ve sorumluluk bilinci kazandırmak adına yapılmalıdır.” Bu gün 7- 19 yaş arasındaki çocuklar, bu şekilde düşünebilirken, ailenin bu düşüncelerden uzak
olması ne kadar acıdır. Her türlü bilgilerin öğretildiği yer aile ortamı olduğu gibi, dini bilgilerin de öğrenildiği yer ailedir. Yapılan araştırmada, ailelere dini bilgilerin edinilme kaynakları sorulmuş ve % 58 gibi bir cevap yoğunluğu aile ve yakın çevreden cevabına ait olmuştur. Bu sonuç da bize, ailenin dini eğitim vermedeki rolünün büyüklüğünü göstermektedir. Aile bu görevinin bilincinde olarak hareket etmelidir. Aile eğitim görevini hiçbir yere, hiçbir kuruma bırakamaz. Eğer kendisi bu görevini yerine getirmezse, çocuk eğitiminde bazı şeyler eksik kalacak ve bu sorun, çocuğun tüm hayatında etkisini gösterecektir. Bugün insanların birçoğunun, hiçbir şeyden memnun olmamasının, hiçbir şeyle yetinememesinin, en ufak bir sorun yaşadığında depresyona girmesinin nedeni manevi olarak yaşamış olduğu boşluktur. Çünkü Allah’a inanan bir insan her zaman onunla iletişim içinde olduğunu bilir. Hiçbir şeyden memnun olmamak diye bir şeyin olamayacağını, hatta Allah’tan gelen her şeyde bir hayır olduğunu düşünür ve bilir. Bu düşünce de kişiyi tüm olumsuz düşüncelerden uzak tutabilir. Aslında iyi bir Müslüman kendi kendinin terapistidir. Yine bazı aileler çocuğa din eğitimi adına aşırı yükleme yapabiliyorlar. Onun kapasitesinin üstünde ona bilgi verip, bir de bunun uygulamasının yapılmasını da isteyebiliyorlar. Hatta uygulama konusuna o kadar ağırlık veriliyor ki bu durum, çocuğun normal gelişimi açısından oynaması gereken oyunları engelleyen bir unsurmuş gibi düşünülüyor. Hatta bazı aileler oyunu veya çocuğun normal olan isteklerini bu konuda birer koz olarak kullanabiliyor. Bunun neticesi olarak da çocuklarda dini olan şeylere karşı bir tepki gelişiyor. İnsanda var olan inanma duygusu eksik bırakılır veya fazla yükleme yapılırsa bireye yaşantısında zarar verecektir. Bu bilgiyi verecek olan konumda aile mekanizması vardır.
OKULUN AİLEYE ETKİSİ[4]
Okul, gelişme çağındaki bireylerin genel kültür ve bilgilerle topluma uyum ve intibaklarını, ortak değerleri özümsemelerini, kişiliklerini sağlamak üzere eğitim ve öğretim programlarına alındığı yerdir. Okuldaki eğitim iletişimden bağımsız olamayacağı için, iletişim bilimi uzmanları okuldaki eğitimi pedagojik iletişim olarak adlandırmaktadırlar. Pedagojik iletişim, klasik öğretici- öğrenci ilişkisi yerine her iki tarafın da iletişim sürecinde eşit olduğu, karşılıklı alıcı- verici ilişkisinin benimsenmesi esasına dayanır. Çocukların ancak bu şekilde akılcı ve kararlı bilgi edinmelerinin, fikir ve görüşlerini oluşturup savunabilmelerinin mümkün olduğu kabul edilir. Bu konuda Ergin ve Birol’un düşünceleri önemlidir: “Okullarımız gerçekte endüstri ve tarım kaynaklarımızdır. Çünkü okullarımız hammaddesi insan olan fabrikalarımızdır. Diğer fabrikalar değişik ürünler verebilir. Okullarımız tarım kaynağımızdır, çünkü, okullarımız gelecekteki verim için günümüzü ektiğimiz topraklarımızdır. Tüm tarımsal ürünler tüketilip yok edilirken okullarımızda ektiğimiz tohumların bilgi, beceri, güzellik, doğruluk, bilimsellik, mutluluk, sevgi, saygı, hoşgörü olan ürünleri paylaşıldıkça çoğalmaktadır.”
Öyleyse geleceğin daha mutlu bireyini, toplumunu ve dünyasını oluşturmak istiyorsak adına okul dediğimiz fabrikalarımızda ve topraklarımızda ham maddeyi iyi işlemeli, toprağa tohumları özenle ekmeli, ekinleri sevgiyle büyütmeli, varacağımız zenginlikleri tüm insanlıkça paylaşabilmeliyiz. Her sistem, bir çevre içinde yaşar. Sistem, çevresi elverişli ise yaşayabilir. Çevre, sisteme ne denli gerekli girdileri sağlayabiliyorsa o denli elverişlidir. Her sistemin bir genel bir de özel çevresi vardır. Okulun genel çevresi, içinde yaşadığı toplumdur. Toplumun kültürel yapısı, siyasal düzeni, yönetsel birimleri, ekonomik yapısı, toplumsal değişim ve eğilimleri, kaynakları, yasal düzenlemeleri, bilimsel ve teknolojik gelişmişliği gibi pek çok değişken dolaylı ve dolaysız olarak okulu etkilerler. Okulun özel çevresi ise girdilerini aldığı, mezunlarını saldığı, etkilendiği ve etkilediği öbür örgütlerdir. Bunlar üst eğitim örgütleri, öbür okullar, toplum, aileler, örgütler ve benzerleridir. Okul, bunlara girdisi ve çıktısı ile bağlı olduğundan, bunlar olmadan ne var olabilir ne de yaşayabilir.
Oysa okulda yapılan evde anne-babalar tarafından da desteklenmediği sürece okul eğitiminde başarıya ulaşmak olası değildir. Okul ve aile iki farklı toplumsal kurumdur ve farklı beklentiler etrafında şekillenmişlerdir. Bu iki farklı kurumun çocukların eğitimleri konusunda çıkar birliğine getirilmesi gereklidir. Sorun özellikle okul eğitiminin başlangıcı olan ilköğretim birinci sınıflar için çok daha önemlidir, çünkü en temel çalışma ve öğrenme becerileri bu yılda oluşturulmaktadır.
Okulun özel çevresini etkilediği ve ondan etkilendiğini dile getiriyoruz. Bu etkileme ve etkilenme olumluda olabilir olumsuzda. Okul içerisinde her biri farklı ailede yetişmiş birçok öğrenci vardır. Bu öğrencilerin yetişme farklılıkları olduğundan olumlu özellikleri olan çocuklar olumsuz özellikleri olan çocukları etkileyebileceği gibi bu durum tam tersi de olabilir. Etkilenen çocuklar, mutlaka olumlu veya olumsuz aileleri etkileyecektir. Okul çağı içerisinde özellikle ergenlik döneminde daha yoğun olmakla birlikte arkadaş çevresi ve bir gruba dâhil olmak adı altında çok büyük yanlışlar yapılabilmektedir. Yanlış kişilerle arkadaşlık eden çocuklar, ahlaki ve davranışsal yanlış alışkanlıklara alışabilmektedirler. Bu durumda da aile içerisinde birçok sorun oluşmaktadır.
Okulda Dini bilgiler “din kültürü ve ahlak bilgisi” adı altında örgün eğitimde ilköğretimin dört, beş, altı, yedi ve sekizinci sınıflarında haftada iki saat, orta öğretimde ise bir, iki, üçüncü ve dördüncü sınıflarda haftada bir saat olarak; imam hatip liselerinde kültür derslerinin yanı sıra dini bilgiler tefsir, hadis, kelam, fıkıh vb. adlarla biraz daha açılım kazandırılarak verilmektedir. Okulda verilen formel eğitimin çocuk üzerinde belirgin bir etkisi vardır. Buralarda bir takım davranışların öğrenilmesi ve geliştirilmesi de mümkündür. Örgün eğitim kurumlarında eğitim ve öğretimin en önemli unsuru öğretmendir. Dersini seven, dersine saygı duyan öğretmen öğrencilerle sağlıklı iletişim kurabilir. Örgün eğitim kurumlarında verilen din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ve bu dersin eğitimi oldukça önemlidir. Çünkü bu dersin okutulduğu öğretim kurumlarında çok farklı kesimlerden gelen gençler vardır. Bir kısmının ön yargılı olduğu da düşünülürse durum daha önem arz eder. Çünkü okulda öğrendiği bilgileri çocuklar, eğer dinlenmeme engeliyle karşılanmıyorsalar ailelerine anlatıp, onlarla paylaşırlar. Bir nevi bilmiyorlarsa onlara da öğretip, onları geliştirirler ya da yanlış bildiklerini düzeltme imkânları tanırlar. Veya ailelerin unuttukları bazı değerleri, onlara hatırlatmış olabilirler. Aynı şekilde eğer öğretmen görevini etkili bir şekilde yapıyorsa çocuklara ailenin model olma özelliği gösterememe sorununu kendisi model olarak tamamlayabilmektedir. Çünkü çocuklar belirli yaşa kadar, gözlemleyerek öğrenirler ve anlatılan şeylerin yaşantılara yansımasından etkilenirler.
İletişim her yerde ve her zaman gerçekleşen bir süreçtir. Bir öğretmen okulda karşılaştığı öğrencisine “günaydın” demekle birey, karşısındaki bireyi sevdiğini, saydığını, yeni başlayan gündeki umutlarını onunla bölüşmek istemediğini gösterir. Kendisine “günaydın” denilen kişi karşısındaki ile ilgili olarak olasılıkla “bana saygı duyuyor”, “bana sevgi gösteriyor”,” dostça bir yaklaşım sergiliyor.”vb. gibi değerlendirmelerde bulunacaktır. En kolay olan gülümsemek bile karşımızdaki kişiyi sevdiğimize, ona değer verdiğimize dair bir mesajdır. Bu hem dini hem de sosyal bir kazançtır.
Bir din dersi öğretmeninin veya din görevlisinin söyledikleri ile yaptıkları arasında farklılıklar oluştuğunda iletişimin daima var olan bir süreç olduğu gerçeğinden hareketle, öğrenci durumun hemen farkına varacak ve kaynağa karşı ve onun model olduğu alana karşı ön yargı geliştirebilecektir. Ahlaki kuralları öğreten bir öğretmen sözlerinde çok seçici davranmalıdır. Kaba, yakışıksız, ağır kelimeler kullanmamalı, dürüst, tutarlı ve samimi olarak mesajını öğrencinin anlayacağı uygun sembolleri kullanarak aktarmalıdır. Kaba çirkin sözleri kullanmayan öğretmen, öğrencilerine örnek olacak, öğrenciler de ailelerinde bu çeşit hatalar yapılınca uyarıda bulanacaklardır.
TOPLUMUN AİLEYE ETKİSİ[5]
İnsan sosyal bir varlıktır. Onun toplumdan ayrı yaşaması kolay bir durum değildir. Toplum içinde yaşayan insan hem bu toplumu yaşantısı ve davranışlarıyla etkileyecek, hem de toplumun yaşamı ve davranışlarından etkilenecektir. Herkes içinde yaşadığı toplumun normatif davranışlarına uyum sağlama çabası ile sürekli etrafını gözlemlemektedir. Kim ne yiyip içiyor, nasıl davranıyor, nasıl çalışıyor? Uyum ve intibak çabası içinde insanların merak duygusudur aslında etkin olan. İnsandaki merak duygusu toplumun ortak değerlerinin, ahlaki ve insani erdemlerin paylaşılmasında ve bunların devamlılığını sağlamada önemli bir enerjidir. İşte bu enerji, değerlerini diğer insanlarla paylaşma niyetinde olan bir dinin samimi bağlılarına çok değerli bir imkân sunmaktadır. Meraklı bakışlara güzel görüntüler sunarak, meraklı kulaklara güzel sesler duyurarak, meraklı bakışlara örnek olacak ve yol gösterecek davranış örnekleri sunarak bütün merak güdülerine en güzel iletilerle cevap verebiliriz.
Ayrıca büyük bir özenle yetiştirdiğimiz çocuğumuzu toplum içerisine bırakıyoruz. Bu çocuğumuzun sosyalleşmesi için, zorunlu bir durumdur. Özenle yetiştirdiği çocuğunu, özensiz bir topluma hiçbir aile bırakmak istemez. Çocuğa öğretilmiş olan “kaba ve çirkin sözlerle konuşmama” davranışı çocuğun arkadaş ortamında bulunması ve arkadaş edindiği kişilerin bu konuşma örneklerini sergilemeleri çocuğa verilmiş özenli eğitime zarar vermektedir. Bunun pek çok örnekleri mevcuttur. Ancak içinden çıkılabilecek çözüm ise, yine ailede gizlidir. Çocuğa kazandırılmış iç disiplin sayesinde çocuk bu türlü etkilenmelerden kendini koruyabilmektedir. Kötü davranışları sergileyen çocuklara karşı, özenli yetiştirilip, iç disiplin kazanmış çocuklar örnek olabilmekte ve onları değiştirme şansına sahip olmaktadırlar. Ancak eğer çocuklar yanlış bir şeyler yapıyorlarsa, bilinmeli ki, aileler bu davranış örneklerini sergiliyorlardır. Örnek olarak verdiğimiz, kaba ve çirkin konuşan çocukların anne babalarının da bu cümleleri konuştuğuna tanık olunur.
ÇOCUKLA İLETİŞİM AÇISINDAN FARKLI AİLE TUTUMLARI[6]
1. Aşırı Otoriter ve Reddedici Aile:
Bu ailede, çocuğun bedensel ve ruhsal gereksinmelerini karşılamayacak kadar olumsuz duygular beslenilir. Çocuğa şefkat, sevgi, sıcaklık verilmez, her yaptığı eleştirilir. Çocuğun iyi yönleri değil olumsuz yönleri ortaya çıkarılır. Otoriter ve reddedici aile tutumunda evde söz hakkı, özgürlük ve otorite anne babanındır. Çocuğun yaptığı her şey göze batar ve çocuk sürekli ceza alır. Yaptıkları olumlu olsa da, ceza almak korkusu ile bunları söyleyemez. Bu çocuklar kötü muameleye maruz kalmaktan korktukları için anne ve babaya karşı edilgen, uysal ve erdemli olmaktadır. Fakat içten içe anne babaya karşı düşmanlık duyguları geliştirirler. Kendisi dışındaki insanlarla yeterli iletişimi kuramadıkları için saldırganlığı kendisine yönlendirebilirler. Yeniliklere açık değildirler, yeni şeyler üretmeleri zordur. Sürekli kusurları aranan çocuk streslidir ve stresliyken hata yapma olasılığı artar. Hata yapan kişileri affetmeyi bilmezler, hoşgörülü olamazlar. Kendilerine ve çevrelerindeki kişilere güvenmedikleri için kendilerine iyi davrananlara şüphe ile bakarlar ve toplumdan giderek uzaklaşırlar. Yardım duygusundan uzak, sinirli, inatçı, hırçın, uyumsuz olabilirler. Kurallara uymayan veya otoriteye boyun eğen, kendi duygu ve düşüncelerini ifade edemeyen bir kişilik geliştirebilirler.
2. Aşırı Hoşgörülü Aile
Bu aile de ise, anne baba tatmin olmamış ihtiyaçlarının ve gençlik dönemlerinin peşindedirler. Çocukların fiziki ve ruhsal ihtiyaçlarını giderme yönüne gitmezler ve lakayt oldukları için çocuğun sesini kesmek adına onların her isteğini yerine getirirler. Böylece çocukların beklentileri aşırı bir şekilde gelişir. Belirsiz hedef ve beklentiler içindedirler. Bu yüzden çocuklarının yetişmesinde felsefe veya özel bir bakış açısı metodunu takip etmezler. Çocuklarının davranışlarını kontrol altına almaz, kendi yaşayış tarzlarını seçmeleri için onları tamamen özgür bırakırlar. Çocuklarından hiçbir özel beklentileri yoktur. Kendilerine ve başkalarına zahmete vesile olsa dahi, çocuklarının davranışlarına özel bir önem göstermez ve lakayt davranırlar. Çocukları onlara itaat etmediğinde rahatsız olmazlar ve bu itaatsizlik normalmiş gibi davranırlar.
Çocuklarından iyi bir davranış gördüklerinde ödüllendirmeyi, kötü bir davranış gördüklerinde ise cezalandırmayı ihmal ederler. (Kastedilen ceza, ödülden mahrum bırakmaktır; fiziksel cezalandırma değildir.) Pasif ve kayıtsız ebeveyn, çocuğun davranışları karşısında ilgisiz, kayıtsız davranan ana-babadır. Çocuğun varlığı ile yokluğu belli değildir. Bazen de ana-babalar çocukla yüz göz olmamak gerekir düşüncesiyle çocuklarıyla yakın ilişki kurmaktan kaçınır. Bu davranışların temelinde yatan nedenler; çalışma hayatının yoğun temposu nedeniyle ana-babalarda oluşan aşırı yorgunluk ve çocuklara ayrılacak zamanın sınırlı olması yada ayrılan zamanın etkili kullanılmaması, çocuğun bakımını ana-baba dışında bakıcının, büyükanne, büyük babanın üstlenmesi vb. nedenlerdir. İhmal edilmiş bir birey olarak bu çocuklar anne-babalarının ilgisini çekmek için çoğu zaman kötü davranışlar sergilerler. Çünkü uslu duran, problem çıkartmayan çocukla kimse ilgilenmez. Çocuğun ceza alması bile kısa bir müddet için var olduğunu hissettirir. Bu nedenle aldığı ceza onun için bir tür ödüldür.
3. Kabul Eden, Güven Veren, Demokratik Aile
Bu aile en ideal ailedir. Aile bireyleri canlı ve sevgi doludurlar. Ebeveyn tutumları içinde en ideal olanıdır. Anne-babanın çocuğu kabulü, sevgi ve sevecenlikle ele alması, çocukla ilgilenmesi şeklinde davranışa yansımaktadır. Kabul eden anne-baba çocuğun ilgilerini göz önünde tutarak onun yeteneklerini geliştirecek ortamı çocuk için hazırlar. Kabul gören çocuk genellikle sosyalleşmiş, işbirliğine hazır, arkadaş canlısı, duygusal ve sosyal açıdan dengeli ve mutlu bir bireydir. Demokratik ve güven verici bir ortamda yetişen çocuk, kendine ve çevresine saygılı, sınırlarını bilen, yaratıcı, aktif, girişken, sağlıklı ilişkiler kurabilen, saygılı, sorumluluk sahibi, hoşgörülü, uyumlu bir birey olarak yetişir Özetle; denilebilir ki, her yüz aileden çok az sayıdakilerin ne yapması gerektiğini bildiği bir gerçektir
4. Dengesiz ve Tutarsız Aile
Bu ailelerde çocuğun yaptığı bir davranış bazen çok sert bir tepki alabilirken, bazen de çok olumlu karşılanabilmektedir. Tutarsız anne babanın iki çocuğuna karşı farklı tutumu ya da anne babanın kendi eğitim tarzlarındaki farklı tutumları çocukları olumsuz yönde etkileyebilir.
Bir davranışın kimi zaman ödüllendirilmesi kimi zaman da cezalandırılması, çocukta cezanın anlamı ve suçun niteliği hakkında kuşkular uyanmasına neden olur. Ne zaman, nerede, ne yapacağını bilemezler. Kendi görüş ve düşüncelerini aktaramazlar. Çocuk kendini kanıtlamak ve dikkatleri üzerine çekmek için, ürkek, yumuşak huylu, söz dinleyen ya da kendi benliğini ve bağımsızlığını göstermek için kavgacı, sinirli bir çocuk olabilir. Zamanla çevrelerindeki insanlara güvenmeyen, her şeyden şüphelenen, kararsız bir kişilik yapısı geliştirebilirler.
Aile her şeyden önce çok iyi bir rehberdir. Çocuğa yol gösterilir ama alacağı kararlar konusunda serbest bırakılır. Alternatif sunulur. Seçim çocuğa aittir. Çocuk seçiminin sorumluluğunu alır. Böyle bir ailede evde-toplumda kabul edilen ve edilmeyen davranışların sınırları bellidir. Çocuk neyi nerede yapacağını veya yapmayacağını bilir. Ev ve toplum kuralları çocuğa anlatılır. Her şeyden önce anne-baba iyi bir modeldir. Çocuklarında görmek istemedikleri davranışları kendileri de yapmazlar. Çocuk sınırlar içinde özgürdür.
5. Mükemmeliyetçi Aile
Mükemmeliyetçi tutumda anne baba her şeyin en iyisini çocuğundan bekler. Kendi gerçekleştiremediği yaşantıları çocuğunun gerçekleştirmesini ister ve çocuk olduğu gibi kabul edilmez. Aile, bedensel ve zihinsel yönden beklentileri karşılaması için çocuğu kapasitesinin çok üstünde eğitimlere tabii tutar. Çocuktan aşırı titizlik ve temizlik beklenir. Mükemmeliyetçi ailelerde kurallar ve kalıplar belirlenir ve çocuğun bunlara mutlaka uyması beklenir. Çocuğa bütün çocukça davranışlar yasaklanır.
Arkadaş seçimi de aileye aittir.
Mükemmeliyetçi anne baba tutumuyla yetişen çocukların fikirleri genelde çok katıdır.
Bir şey veya kimse ya çok olumlu ya da çok olumsuzdur. Çocuk kendi doğal içgüdüleri ve ağır kurallar arasında sıkışıp kalmıştır ve sürekli bir iç çatışma içindedir. Sevgi ve nefret karışımı duyguları aynı anda yaşar. Her işte en iyi ve en üstün olmak ister. Fakat istediği seviyeyi yakalamayınca hayal kırıklığına uğrar ve çalışmayı tamamıyla bırakabilir. Aşağılık duygusu gelişir.
AİLENİN ÇOCUĞUN GELİŞİMİNE ETKİSİ[7]
1. Ailenin sosyo- kültürel yapısının çocuğun eğitimine etkisi
Dünyada ve ülkemizde yaşanan hızlı nüfus artışının sonucunda, hızla gelişen sanayileşme, ekonomik ve sosyal sorunlar, eğitim yetersizliği, nüfusun yoğun olduğu bölgelerde iş sahalarının ve işgücü talebinin karşılanmasında yetersiz kalınması ve bunun gibi nedenlerle başka bölgelere veya ülkelere göç yaşanmaktadır. Türkiye’de de başta Avrupa ülkeleri olmak üzere başka birçok ülkeye göç edilmiştir. Kendi ülkemizde de bölgesel göçler yaşanmaktadır. Yaşanan bu göçler hızlı bir kentleşmeyi de peşinde getirmektedir. Yoğun göç olan şehirlerde dışarıdan gelenlerin ekonomik durumları yetersiz kaldığından gecekondulaşma ve çarpık kentleşme ortaya çıkmaktadır. Bu tür yerlerde yaşayan insanlarda özellikle alt yapı yetersizliği nedeniyle çeşitli sağlık, eğitim, kültürel, ekonomik ve sosyal sorunlar gözlenmektedir. Henüz kentlileşme bilincine sahip olmadan kentlerde yaşamak zorunda kalan insanlar, kendileri ile birlikte önceden o kentlerde yaşayan insanların düzenlerinde de olumsuz etkilere yol açmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde özellikle son 20 yıl içinde yaşanan hızlı nüfus hareketleri, hızlı kentleşme büyük oranda ekonomik ve sosyo- kültürel sorunların yaşanmasına neden olmaktadır.
Aile toplumun en küçük ve en temel birimidir. Aileyi toplumsal bir sistem, toplumsal bir birim, toplumsal bir birlik, grup, insan topluluğu olarak tanımlayan sosyologlar olduğu gibi, toplumsal bir kurum olarak tanımlayanlar da vardır. İletişim, tüm canlılar ve insanlar arasında yüzyıllardan beri süre gelen temel bir olgudur. İletişim hem bireysel, hem kurumsal düzeyde toplumsal yaşamın temel ve vazgeçilmez bir özelliğidir. Bireyin gelişiminde ve eğitiminde önemli bir işlevi olan ailede de, iletişim çok önemlidir. Çocukların iyi bir gelişme gösterebilmeleri anne baba ile çocuklar arasında etkili bir iletişimin kurulmasına bağlıdır.
Ancak aile, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklılıklar gösterdiği gibi, aynı ülke içinde de kentten kırsal kesime, ekonomik duruma ve yörelere göre de farklılıklar gösterir. Bugün eşler arasında sorun yaşanan konuların başında kültürel farklılıklardan kaynaklanan sorunlar gelmektedir. İç ve dış göçler nedeniyle kentsel nüfus artmış, kültürel farklılıklar kentlerde çoğalmıştır. Farklı kültürden insanlar hayatın getirileriyle birlikte tanışarak evlilik kurumları oluşturmaktadırlar. İlk zamanlar çok büyük farklılıklarmış gibi gözükmeyen kültürel farklılıklar, aynı evin paylaşımıyla birlikte gün yüzüne çıkmaktadır. Özellikle çocuk yetiştirme konusunda herkes geleneksel bilgilerini ve kazanımlarını işin içine sokmaya başlayınca bu farklılıklar daha da aşikâr olmaktadır. Eşler arasında anlaşmazlıklara neden olan bu durumları tabi ki çocuk da hisseder. Çocukların benmerkezci düşündükleri gerçeğinden hareketle, anne babasının bu tartışmalarından ve anlaşmazlıklarından kendilerini sorumlu tutmaya başlarlar. Suçluluk psikolojisiyle hareket ederler. Bu durumda çocukların psikolojik olarak sağlıklı bir ortamda yetişememesi demektir. Çocukların okuldaki durumları, günlük kısa notlar, alış veriş planları, ödeme planları, kısa konuşmalar, standart hal hatır sormalar, günlük olaylardır. Aile içinde birlikte olunan zamanın çoğunu Tv izlemek, Tv program yorumları, gündemdeki konuların kısa kısa bir değerlendirilmesi yapılır. Hatta artık çoğu ailelerde ev programları Tv dizi saatlerine göre şekillenir. Bunlar ev içi iletişimin mesajları olmaktadır.
Konuyu derinlemesine irdelediğimizde, düş kırıklıkları, geleceğe ilişkin duygular, insanlar arasındaki olumlu yada olumsuz iletiler günlük iletişim içinde kendine yer bulmamakta bu nedenle duygular, düşünceler sessizce geçiştirilmektedir. Aile-içi iletişimin düşük yoğunluğu, sığlığı, azlığı giderek insanlar arası ilişkileri de zayıflatmaktadır. Aile içinde yabancılaşma görülmekte, etkin iletişim aile dışındaki gruplar arasına kaymaktadır. Baba iş yerindeki arkadaş gruplarıyla, anne kadınlar arasında ki gruplarla, çocuklarda arkadaş gruplarıyla etkin iletişim kurmayı yeğlemekte, duygu ve düşüncelerin paylaşımı ev dışına taşınmaktadır. Ev içinde zayıflayan iletişim, buna karşın ev dışında gelişen ve bireysel çıkar ön planda olan iletişim sonucu, aile üyeleri arasında farkında olmadan bir yapancılaşmayı getirmektedir. Bunun sonucu değişen insan davranışları doyumsuzluk, kıyaslama aile içinde gruplaşmalara yol açmaktadır.
Anne-oğul, baba-kız ya da çocuklar arası gruplaşma eğilimi ortaya çıkmaktadır. Bu durum iletişimi büsbütün bozmakta sosyal roller sertleşmektedir.
Aile içi demokratik iletişimin yitirilmesi ailede krizi artırmakta, bunun sonucu aile üyeleri kendilerini mutlu kılacak sanal mutluluklar peşinde koşmaktadırlar. Son zamanlarda haberlerde hiç toplumuzda görülmeyen, kültürümüz, toplumsal değer yargılarımızdan uzak gelişmeler izlemekteyiz. Bunlara arasından toplumuzda çabuk öfkelenme, sorgulamadan, somutlaştırmadan suçlamalar, şiddet ve hızlı aile çözülmelerini en öne çıkanlar olarak sayabiliriz.
ÖĞRENME VE İLETİŞİM İLİŞKİSİ[8]
İnsan doğuştan sahip olduğu kalıtsal özellikler dışında hiçbir şey bilmeyerek dünyaya gelir. Hayata gözlerini açtıktan sonra kesintisiz bir öğrenme sürecine girer. Bizi biz yapan, kimliğimizi, kişiliğimizi, karakterlerimizi belirleyen yegâne unsur öğrendiklerimizdir. Beş duyumuz çalıştığı sürece görür öğreniriz, iştir öğreniriz, hisseder öğreniriz, koklar ve tadar öğreniriz. İnsan ancak duyuları ile insandır ve hayatın tamamı duyular yoluyla kazanılan öğrenmelerden ibarettir.
İnsanın hayatı boyunca çevresi ile girdiği her iletişimde aldığı her etki onda bir tepki oluşturur ve bir iz bırakır. Bu aynı zamanda bir öğrenmedir. Ünlü psikolog Thorndike’e göre öğrenme, dış objelerle insan organizması arasında duyular aracılığıyla gerçekleşen bir etki tepki hadisesidir. Herhangi bir duyu organımız yolu ile bize ulaşan bir etkiye zihnimizde bir tepki oluştuğu an öğrenme meydana gelir. Tepki oluşmadığında öğrenme meydana gelmez. Bazen kulağımıza çevreden bir ses gelir ancak biz oralı olmayız. O bir kaynaktan çıkmıştır ve bir anlam taşımaktadır. Kulağımıza gelmiş olmasına rağmen onun ne sesi olduğuna zihnimizde bir karar veremeyiz. Bundan dolayı kulağımıza ulaşan bu sesle ilgili bir şey öğrenmiş olmayız. Öğrenmenin olabilmesi için sesin kulağımıza ulaşması yeterli değildir. Ona bizim zihnimizde bir anlam verebilmemiz gerekmektedir. Bu da bir iletişim olayının gerçekleşmesi demektir. Dolayısı ile iletişimin olamadığı yerde öğrenmenin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Öğrenme ile iletişim arasında öğrenmenin kalıcılığıyla ilgili bir temel farklılık vardır. Doğru bir iletişim olayında kaynağın ilettiği anlam alıcı tarafından tam ve doğru olarak alındığında öğrenme gerçekleşmiş olsa da sadece anlamadan ibaret, öğrenmenin çabuk unutulur nitelikteki en alt düzeyidir. Oysa en anlamlı öğrenme kalıcılığı olan ve iz bırakan öğrenmedir. Bu bakımdan eğitimbilimciler öğrenmeyi “izli davranış değişikliği” olarak tanımlarlar.
Eğitim açısından öğrenme önce bilişsel, duyuşsal ve devinsel diye üç alana ayrılır. İnsan, öğrenim konusu ile ilgili olarak bilişsel alanda zihni değerler kazanır; duyuşsal alanda inanma, değer verme ve tutum alma şeklinde kazanımlar edinir; devinsel alanda da güzel konuşma, şarkı söyleme, nezaket, kibarlık, usulüne uygun davranma gibi becerileri kazanır. Her obje bu üç alanda birden öğrenilebildiği gibi bunlardan yalnız iki alanda veya yalnız bir alanda da öğrenebilir. Diğer bir ifadeyle hedef alınan davranış değişikliğine göre öğrenmede bilişsel, duyuşsal ve psikomotor alanlardan biri daima ağırlıklı durumdadır.
Eğitimbilimci Bloom bu alanları kendi aralarında çeşitli kademelere ayırmıştır. Öğrenme olayı bu kademelerin birinci basamağında en alt düzeyde, altıncı basamağında ise, en üst düzeyde gerçekleşir. Öğretim amaçlı iletişimlerde bu öğrenme basamakları dikkate alınarak, öğrenmenin olabildiğince üst basamaklarda gerçekleşmesi sağlanmalıdır. Bu da öğretim etkinliğinde salt bilgi aktarma olayından çok daha fazla bir çabayı gerektirir. Özellikle okul öğretiminde öğrenme ortamında bulunmak, programlanmış bilgi ve davranışları öğrenmek zorunda olmak çocuklar için çekici bir durum değildir. Çekiciliğin olmadığı yerdeki öğrenme güçlüğü dikkate alınırsa öğretici iletişimlerde öğrenme basamaklarının gözetilmesi çok önem taşımaktadır. Çünkü öğretici iletişimler ne kadar etkin ve güçlü ise öğrenmeler o derece güçlü ve kalıcı olacaktır. Bir dinin insanlar tarafından kabul edilip benimsenmesi onun öğrenilmesini gerektirir. Dolayısı ile dinler öğretme ve öğrenmelerle bağımsız olamazlar. İslam Dini de Hz. Muhammed’e peygamber görevi verilmesinden itibaren bir öğretme ve öğrenme sürecinde ortaya çıkmış ve insanlık tarihindeki saygın yerini almıştır. Peygamberin sağlığında İslam’ın öğretimi öncelikle bir tebliğ yani ilan etme, duyurma ve bildirme faaliyeti olarak, duyup kabul etmiş olanlar için de bilgilendirme, tutum ve davranışlarını düzenleme şeklinde yürütülmüştür. Zamanın ilerlemesiyle İslam Dini belli bir coğrafyada yerleşmeye, yeni kuşaklar bu dinin ortamında hayata katılmaya başlayınca onun öğretimi artık kaçınılmaz olarak bir aktarma faaliyeti şeklini almıştır. İslam bilgin ve düşünürleri ilk devirlerden itibaren öğretme ve öğrenme olayı üzerinde düşünmüş ve görüşler ileri sürüp tedbirler geliştirmişlerdir. Önceleri kişisel ve yerel tecrübelerle başlayan çalışmalar zamanla kurumsallaşmış, değişik tür ve kademelerde küttaplar, ev ve cami ders halkaları, kitapçı dükkânı ve kütüphane dersleri, saray okulları ve nihayet medreseler şeklinde düzenli öğretim kurumları ortaya çıkmıştır. Medreseler önemli birer dini öğretim kurumları olarak gelişirken bir yandan da öğretimin şekli, tarzı, metotları, öğretmen ve öğrenci davranışları konularında zamanın şartları ve imkânları ölçüsünde düşünce ve görüşler üretilip geliştirilmiştir. Diğer yandan Batıda felsefe içinde başlayan çalışmalarla önce eğitim bilimi sonrada onun alt dallarında değişik disiplinlerin ayrışması ile eğitim bilimleri ortaya çıkmıştır.
İnsanlığın eğitim konusunda sahip olduğu birikim gün geçtikçe yeni tecrübelerle zenginleşmeye devam etmektedir. Aynı şekilde din birey ilişkisinde, eğitim-öğretim çabalarının dışında güçlü ve sürükleyici etkenler ortaya çıkmıştır. Birey sınır tanımayan iletişim araçlarının ver bilgi kanallarının kuşatması ile her gün çok farklı inanç, kültür ve değerlerle yüz yüze gelmektedir. Bu ortamda insan dindirilemez merak ve sınırları zorlayan duygusal güçlerinin sürüklemesiyle ruhsal enfeksiyon tehdidi altında kalmaktadır.
Ayrıca dinin kendisi, ortaya koyduğu mesajın insanlar tarafından öğrenilmesi ve öğretilmesi vazifesini öngörür. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde insanları Allah yoluna çağırmayı, onlara katında yegâne din olan İslam’ı öğretmeyi Müslümanlara emrediyor: “ Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir”(Al-i İmran, 3/104). “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış”(Nahl, 16/125). Bu âyetlerden hareketle, Müslümanlar hem kendi aralarındaki bilmeyenlere, hem de diğer insanlara ilahî hakikatleri öğreteceklerdir. Bu onlar için dini bir görev ve sorumluluktur. Şüphesiz her sorumluluk onu bihakkın yerine getirmeyi gerektirir. Sırf görevi yapmış olmak için, gereklerine ve kurallarına riayet edilmeden yapılan işler insanı sorumluluktan kurtarmaz.
AİLE İÇİ İLETİŞİM ENGELLERİ[9]
İletişim engelleri, iletişimin sağlıklı ve etkili bir şekilde gerçekleşmesini engelleyen bir takım durumları ifade etmek için kullanılır. Yoksa iletişimin gerçekleşmemesi diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü iletişim her zaman ve her ortamda var olan zorunlu bir süreçtir ki bu iletişimin en temel ilkesidir. Aile içerisinde, anne babadan veya çocuklardan veya her ikisinden kaynaklanan iletişim engelleri vardır. Ancak onların dışında, tamamen onların kontrolü haricinde ve ortamın etkisiyle oluşan bir takım iletişim engelleri vardır. Bu engeller, anne baba ve çocuk arasındaki iletişim engelleri ve çocuğun iletişim güçlükleri, anne baba ve çocuk dışında gelişen iletişim engelleri başlıkları altında genel olarak toplayabiliriz:
1. Ebeveyn ile çocuklar arasında iletişim engelleri
Bu engeller, belli bir amaç için insanlara mesaj iletmeye kalkışan kişinin konumu, yeterliliği ve iletişim becerisi ile ilgilidir. Anne baba, çocuklara göre iletişim amacını belirlemek, bu amacı gerçekleştirebilecek mesajı düzenlemek ve amaca uygun bir şekilde iletmek yükümlülüğü taşır. Bu yükümlülüğü yerine getirmede gösterilecek zaaflar, sürecin başarısını olumsuz etkileyeceğinden bunlar birer iletişim engeli olarak değerlendirilir.
1.1. Güven Sorunu
Başarılı bir iletişimde inanılırlık, güvenilirlik, çekicilik hususlarında kaynakta görülen eksiklikler iletişimin başarısını engelleyici etki yapacaktır. Güvenilir ve inanılır bulunmayan birisinin sözlerinin, dinleyenler üzerinde güçlü bir etki yapması beklenemez. Bir dediği diğerini tutmayan, ikiyüzlü, gösterişçi, yalancı ve dedikoducu insanlarda önemli kişilik yetersizliği olduğu için bunların giriştiği iletişimlerden yararlı ve başarılı sonuçlar beklenemez.
Çocuklar için, anne ve babalar örnek olarak önemli bir üstünlüğe sahiptirler. Onların her söylediği ve yaptığı doğrudur. Onlar çocuklar için “model olan” kişilerdir. İletişimde kaynak olan anne ve babalar güvenilirlik, çekicilik ve inanılırlık konusunda böyle önemli bir avantaja sahiptirler. Bu üstünlüğü, çok iyi kullanmaları gerekmektedir. Çocukların yaptığı ya da söylediği pek çok şeyi kabullenen (gerçekten, samimi) ana babalar, kişi olarak kabullendikleri duygusunu taşıyan, çocuklar yetiştireceklerdir. “Yalan söylemeyin” derken diğer taraftan çocuğa görüşmek istemediği bir kişiye kendisini yok dedirtiyorsa, çocuk için anne babanın güvenilirliği zedelenmektedir. Anne babalar eğer çocuğun davranışını kabul edemiyorsa, ediyor gibi davranmamalıdır. Her hangi bir kişiye karşı içlerinden sevgi gelmiyorsa seviyormuş gibi görünmemeliler. İnsanlara ayırım yapmış olmamak için yapmacık kabul ve sevgi göstermek zorunda değiller. Dürüstlük, çocuğun gerçek duyguyu anlamasıdır.
1.2. Bilgisizlik
Anne babanın iletişime girdiği konuda bilgi eksikliğinin bulunması, hem mesajı kurgulamada hem de ifadelendirip iletmede başarısızlıklara sebep olur, bu da iletişim eyleminin başarıya ulaşmasında bir engel olarak kendini gösterir. Anne ve babalar, çocuk sahibi olmadan önce çocukla ilişki ve iletişimler konusunda mutlaka kendilerini yetiştirmek durumundadırlar. Günümüz çocukları her alanda kendilerini çok daha fazla geliştirme şansına sahipler. Onlar için her şeyi bilen, her şeyi yapabilen konumundaki “süper anne ve babaların” bilgi seviyesini arttırması gerekmektedir. Aksi takdirde anne ve babalar çocuğun gözünde prestij kaybetmektedirler.
1.3. Dil ve ifade yetersizliği
Anne babanın iletmek istediği mesaj, çocukların bilgi düzeyine, anlam kapasitesine, ilgi ananına ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmez ise çocukların bu mesajı tam ve doğru olarak alması güçtür. Çocuklar bu mesajı ya eksik, ya yanlış alacak ya da hiç almayacaktır. Çocukların iletilecek bilginin ne kadarını anlayabileceği, ne kadarına ihtiyacı olduğu ve hangi yönüne ilgi duyacağı hususları mesajı belirleme açısından çok önemlidir. Anne babanın bu hususlarda yeterli bilgiye sahip olması, kendi amacının ne olduğunu da dikkate alarak ona göre mesajın yoğunluğunu, derinliğini ve genişliğini belirlemesi gerekir.
Anne babanın bu konuda göstereceği ilgisizlik ve umursamazlık, doğru ve verimli iletişim kurulmasını engelleyecektir. Çoğu anne ve baba çocukların ilgisizliğinden ve anlayış yetersizliğinden şikâyet ederek anlatımlarının başarısızlıkla sonuçlanmasının sorumluluğunu onlara yükleme kolaylığına kaçarlar. Hâlbuki iletişimde en büyük engel, karşısındakine bir şeyler anlatmak isteyen kişinin anlatacağı konuyu ne şekilde, ne kadarını ve nasıl anlatacağı hususunda bilgi sahibi olmayışıdır. Çocukların zihinsel gelişim açısından hangi özellikleri taşıdıklarını bilmeyen, ortam ve zaman konusunda dikkatsiz davranan, gürültü unsuruna dikkat etmeyen anne ve babalar, mesajı düzgün bir şekilde düzenleyemeyecek, düzenleyemediği mesajı uygun cümlelerle ifade edemeyecek ve dolayısıyla vermek istediği mesaj ne kadar büyük ve önemli de olsa, çocuk için anlamsız olacaktır.
Mesajı ileten ile alan arasında her ikisi için de aynı anlamı taşıyan kodlar kullanılmadığı, birine göre bir anlam, diğerine göre başka bir anlam taşıyan kodlar kullanıldığında iletişim engeli ortaya çıkar. İnsanlar arasında ortaklaşa kullanılan dil, bir kodlar sistemidir, diğer bir ifadeyle işaretler sistemidir. İletişimde taraflar aynı ya da benzer dil işaretlerine sahip iseler, anlamların yapılandırılması her defasında kolay olacaktır. Aksi halde farklı işaret sistemleri iletişim sürecinde hedeflenen ile algılanan anlamların farklılaşmasına yol açacaktır.
Bunu bir örnekle açıklayalım: Aile bayram alış verişine çıkmıştır. Küçük kızı götürmemişler, O’na ne istediğini sormuşlar, O da “kırmızı ayakkabı” istediğini söylemiştir. Aile akşama kadar uğraşmış ama kırmızı ayakkabı bulamamışlardır. Daha sonra O’na yeşil güzel bir ayakkabı almışlardır. Ancak eve gelince küçük kız kırmızı ayakkabıyı göremeyince, ağlamaya başlamış ve hiç susmamıştır. En sonunda babası O’nu kucağına almış ve O’na açıklamasını yinelemiştir. “Bak yavrum! İstediğin ayakkabıları bulamadık. Sen şimdi bunları yırt, parala. Biz sana yenisini alırız” demiştir. Çocuk susmuş ve anlaşma yapmış gibi gözükmektedir. Ancak küçük kız daha sonra yeni alınan ayakkabıyı makasla bir güzel kesmiş ve babasına giderek: “ bak yırtıldı, paralandı. Hadi bana yeni ayakkabı alın” demiştir. Burada suçlu olan hiç kimse yoktur. Sadece mesajın kodlanışında çocukla baba arasında dil algılayışları açısından farklılıklar olduğu için birbirlerini yanlış anlamışlardır. Seçtiğimiz kelimeleri kendi algılayışımıza göre seçtiğimizde eksik kodlamış oluyoruz. Yetişkinler genellikle ima içeren üstü kapalı ifadelerle konuşmayı tercih ederler. Ama net ve açık olmayan iletişimde, her zaman yanlış anlamalar mevcuttur ve iletişimi engelleyen bir etkendir.
Aileler dini eğitim verecekleri zaman da, söylemek istediklerini çok iyi ifadelendirmelidirler. Mesela “Dua” kavramı hakkında bilgi verilirken, Allah’ın çocukların duasını kabul ettiği, hiç reddetmediği, ne isterlerse olduğu şeklinde anlatımlarla hem ibadet bilincini çocukta geliştirmek, hem de çocukla yaratıcı arasında bir bağ kurulmasını sağlamak gibi saf bir düşünce ile hareket edilmektedir. Ancak bu mesajı alan ve uygulayan çocuk, zaman sonra duada istediklerinin gerçekleşmediğini görünce hem kendi kişiliği adına hem de yaratıcısıyla iletişimi adına olumsuz düşünceler içerisine girebilmektedir. Bu noktada dua ile ilgili söylenen her şey doğru olmakla birlikte, her şeyin bir zamanının olduğu ve Allah’ın bu istenenleri belli bir zaman sonra da gerçekleştirebileceği gibi bir açıklama da ilave edilmelidir.
Şüphesiz ki aileler, çocukların iyiliği için uğraşırlar. Ancak mesajı ifadelendirirken, mutlaka çocuklarının içinde bulundukları yaşın da, dikkate alınması gerekmektedir. Ahlaki eğitim için çocukken zevkle dinleyeceğiniz bir hikâye, ergenlikten sonra sıkıcı ve hayal ürünü gelebilecektir. Veya insanların yetişkinlik döneminde dünyevileştikleri bir gerçekken, onlara dünyanın geçiciliğinden, maddiyatın önemsizliğin bahsetmek anlamsız olacaktır. Anne ve babaların, buna da dikkat etmesi gerekmektedir. Aynı şekilde sözün dışındaki sembollerin taşıdığı anlamlarda da müşterekliğin olması gerekir. Hafif bir tebessüm ve samimi bir eda alıcı tarafından laubalilik olarak algılanabilir. Yahut ciddi ve resmi tavır da kibirlenme ve karşısındakini hafife alma olarak algılanabilir. Halbuki, mesaj ileten kişi ne tebessümü ile ciddiyetsizliği ne de resmi duruşu ile küçümsemeyi kastetmiştir. Buradaki “kodlama ve kod açma farklılığı”, yanılsamaya sebep olmuştur. Bu bakımdan mesajı ileten kişi alıcının kod açma yeteneğinden emin olmak ve ikisi için de aynı anlamı taşıdığında şüphe olmayan sembolleri kullanarak kodlama yapmak durumundadır.
Aile içerisinde eşler, farklı yörelerden ve dolayısıyla farklı kültürlerden olabilmektedir. Karadeniz Bölgesi’nde samimiyet olarak değerlendirilen bazı davranışlar, Doğu Anadolu bölgesinde laubalilik olarak değerlendirilebilmektedir. Haliyle bu durumlarda eşler arasında iletişimde sorunlara sebep olabilmektedir. Bugün eşlerin belki de birbiriyle en çok tartıştıkları ve iletişim problemi yaşadıkları konulardan en önemlisi bu kültürel farklılıklarıdır. Taraflar birbirlerini sürekli kullanılan sembollerden dolayı eleştirmektedir. Bazı ailelerde eşler bu sorunları ortak sembollerden hareketle çözebilmektedir. Ancak bu defa da karşılıklı olarak eşlerin aileleri birbirini yanlış anladığı için sorun yaşamakta ve yine durum evli olan bireylere aksetmektedir. İletişimde sunuş, mesaj ileten araçları kullanma becerisi ile ilgili bir husustur. Ses tonu, ses perdesi, dil bilgisi, dili etkili kullanma yeteneği, beden dilinin kullanımı, diğer nesnel ve duygusal araçlar vb. mesajın aktarımında devreye girebilecek her şeyi sunuş kapsamında değerlendirilir. Bu konularda olabilecek aksaklık ve eksiklikler, iletişimin başarısın olumsuz etkileyeceğinden iletişim engeli kabul edilir. Sesi kısık veya bozuk, kekeme, dili kullanma becerisi zayıf, beden dilini etkili bir şekilde kullanamayan kimselerin etkili bir iletişim kurmaları, insanları dinletip ikna edebilmeleri güçtür. Sunuş yetersizliği, diğer engellerin aksine yanılsamalara meydan vermekten çok iletişim kopmalarına, muhatapların iletişimden kaçmalarına sebep olmaktadır.
Ailelerde sunuşlarda hep bir problem yaşanır. Özellikle ergenlikle birlikte çocuklar kendileriyle saygı unsuru arada olmaksızın konuşulmasını istemezler. Anne babalar için hiç büyümeyen çocuk, onların söylediği her şeyi hala itirazsız kabul edecek ve anında uygulamaya koyacaktır. Bu durum anne ve babanın arzuladığı bir durumdur. Çocuk ise, artık düşünceleri doğrultusunda yaşantısını sürdürmek istediği için onlardan gelen her şeyi eskisi gibi direkt kabul etmeyecektir. Onun için aileler, çocuğa bir şeyler anlatacakları zaman veya öğüt vermek istediklerinde çocuğun hangi yaş diliminde olduğuna mutlaka dikkat ederek sunuşlarını yapmalıdırlar. Ve üslup olarak artık otorite aracı olarak kullandıkları “emredici” üslubu terk etmelidirler. Aileler genellikle çocuğun hangi yaş diliminde olduğunu hesap etmeden hareket ederler. Genellikle anne babalar, terapistler ve danışmanlar tarafından “Tipik On İki” denilen sözlü tepkileri kullanırlar. Bunlar:
1. Emir vermek, yönlendirmek,
2. Uyarmak, göz dağı vermek,
3. Ahlak dersi vermek,
4. Öğüt vermek, çözüm ve öneri getirmek,
5. Öğretmek, nutuk çekmek, mantıklı düşünceler öne sürmek,
6. Yargılamak, eleştirmek, suçlamak,
7. Övmek, aynı düşüncede olmak,
8. Ad takmak, alay etmek,
9. Yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak,
10. Güven vermek, desteklemek, avutmak, duygularını paylaşmak,
11. Soru sormak, sınamak, çapraz sorgulamak,
12. Sözünden dönmek, oyalamak, şakacı davranmak, konuyu saptırmaktır.
Bastırıcı iletiler (yargılamak, eleştirmek, suçlamak ad takmak, alay etmek, utandırmak, yorumlamak tanı koymak, analiz etmek, öğretmek, nasıl yapılacağını söylemek) kişinin yaşamı boyunca engellenmesinin tohumlarını atar. Su damlalarının mermeri delmesi gibi her gün kullanılan bu bastırıcı iletiler de yavaş yavaş hissedilmeden çocuklar üzerinde yıkıcı etki bırakırlar. Bunları kullanmak iletişimi sınırlar. Anne babaların bu konuşma kalıplarından sıyrılarak kendilerini geliştirmeleri gerekmektedir.
1.4. Yanılsama
İletilen mesajın iletenin amacından farklı bir şekilde alıcı tarafından algılanmasına iletişim dilinde yanılsama denir. Yanılsama ya ortamın etkisi ya da mesajı iletme de kullanılan semboller sisteminde kaynak ile alıcı arasında tam bir uyumun olmaması durumunda görülür. Buna yanlış anlama veya yanlış anlaşılma demek doğru değildir. Çünkü, kaynak kişi yanılsamayı ortadan kaldıracak yeni bir yola başvurmadıkça yanılsamaya düşen kişi yanlış anladığını kabul etmez. Duyduklarını ve gördüklerini doğru anladığını düşünür. İnsan yeni bir anlayışa ulaşmadıkça anladığının doğru olduğunu kabul etmeye devam edecektir. Buradaki yanlışlık anlayana göre değil anlatana göredir. Yıllarca aynı evde yaşayıp, aynı hayatı paylaşan insanların seneler sonra aslında birbirlerinin mesajlarını ne kadar yanlış anladıklarını fark ettikleri olmuştur. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse: Yeni evlenilmiştir. Evliliğin ilk günlerinde sofrada çeşitli yemeklerle birlikte kuru fasulye yemeği de vardır. Bu durum bir çok öğün devam edince bayan “herhalde eşim çok seviyor, onun için böyle her yemekte kuru fasulye de var” düşüncesiyle yemekleri kendi yapmaya başladığı andan itibaren yapabildiği ölçüde her yemekte kuru fasulye de yapmaya çalışmıştır. Aynı yanılsama erkek için de geçerlidir. O da “eşim çok seviyor düşüncesindedir” bu durum evliliğin yirmi yılı boyunca sürüp gitmiştir. Bir gün erkek durumu dile getirmiştir. “niçin her zaman kuru fasulye var” diye sormuştur. Aslında biliyordur cevabı: “çok seviyorum” demesini bekliyordur eşinin. Söylemek istediği şey “ben çok sevmiyorum. Madem çok seviyorsun sen kendine yetecek kadar yap. Ben artık yemekten sıkıldım.” olacaktır. Ancak gelen cevap onu şaşırtmıştır: “sen seviyorsun ya” demiştir soru soran ve şaşıran gözlerle eşi. Yirmi yıllık bir yanlış anlaşılma vardır. Eşlerin birbirini çok iyi tanımadığı bir zaman da düşülen yanılsama hiç dile getirilmediği için karşılıklı olarak devam etmiştir.
Yanılsama iletişimde iki yerde gerçekleşebilir. Birincisi anne babanın mesajı ifadelendirmesi esnasında olur. İkincisi ise, çocuğun veya eşlerin mesajı algılayıp ifadeleri anlamlandıracağı sırada gerçekleşir. Bunu bir örnekle açıklayalım: Anne çocuğuna “anne hakkıyla” ilgili bir dini hikâye anlatmaktadır. Veysel Karani’nin hayatını anlatmaktadır. Veysel Karani’nin yatalak olan annesine büyük bir özveriyle baktığını, annesinin bir söylediğini iki etmediğini anlatmaktadır. Veysel Karani ayrıca görmediği halde hissederek ve daha sonrada başkalarından haber alarak varlığını öğrendiği yeni dine yani İslam Dini’ne inanmaktadır. Bu dini açıklayıcısı olan kişiye karşı da yakın bir sevgi ve muhabbet duymaktadır. Daha sonra annesinden Hz. Muhammed’i görmek için izin istediğini ve annesinin “sadece O’nun kapısına kadar gitmene izin veriyorum” dediğini anlatır. Olay gelişir ve Veysel Karani Hz. Muhammed’in kapısına gider, O’nu evde bulamaz. O’na hemen bitişikteki camide insanlarla konuştuğunu bildirirler. Ancak O “sadece kapıya kadar gelmek için izin aldım bitişikte dahi olsa ben gidemem” diyerek, üzülerek geri döner. Anne burada Veysel Karani’nin ne kadar annesine bağlı olduğunu anlatmak isterken, çocuk burada “ne vardı hemen yana gitse de, bu kadar görmek istediği kişiyi görse görse!” diyerek, “ben olsam giderdim” şeklinde düşünebilmektedir. Annenin yapmak istediğinin tersine çocuğa annelerin bazen yanlış talimatlar verebileceği, o zaman da duruma göre bir karar verebileceği gibi yanlış bir mesaj da verilebilir. Bu durum çocuklarla veya başkalarıyla kurduğumuz dini iletişimde dikkatli olmamız geçeğinin önemini vurgulamaktadır.
Kitle iletişim araçları sayesinde çocuklarımızın dil yapıları oldukça gelişmiştir. Bu duruma her birey, kendisi de tanık olmuştur. Aile içerisinde ebeveyn, kodlamalarda bulunurken çocukların gelişmiş olan dil yapılarını düşünerek kodlamalarını yapmalıdır. Aksi takdirde iletişim engeliyle karşılaşmaları mümkündür.
1.5. Ön Yargı Sorunu
Toplumda din, dil, ideoloji, siyaset, moda gibi etkenlere dayanan önyargılar daima mevcuttur. Her insanda olduğu gibi eğitim ve öğretim amaçlı iletişimlere giren kişileri de aynı etkenlerden kaynaklanan önyargılar onun iletişim tarzında kendini gösterir. Farkında olarak veya olmayarak, insanlarla iletişimlerimize bu önyargılarımızla başlarız. Dolayısıyla düşünce yapısı ve yaşam tarzı hakkında olumsuz önyargılara sahip olduğumuz kimselere selam vermemek, ilgi göstermemek, iltifat etmemek, onlarla sıcak ve samimi ilişkilere girmemek bu önyargımızın iletişim tarzımıza yansımasıdır. Eşlerin birbiriyle kuracağı iletişimde de ön yargı kendini gösterecektir. Birbirini çok iyi tanıma fırsatı bulamayan çiftler, evlendikten sonra birbirlerini tanımaya başlayınca önyargıları nedeniyle birbirlerinin olduğu gibi kabul edemeyecek, değiştirmeye çalışacak ve dolayısıyla iletişim aksaklıklarıyla dolu bir şekilde yaşamlarını geçireceklerdir. Bu hem kendi hayatlarına hem de bu ortamda doğacak olan çocuğa etki yapacaktır.
Aile ortamında kendi yetişme tarzı nedeniyle anne babalar çocuklarını yetiştirirken ön yargılı davranabilmektedir. Çocukluk yıllarında engellenmiş bireyler, anne- baba olduklarında, eskiden kendilerine tanınmamış olan özgürlüklere çocuklarının sahip olmalarına karşı çatışma içerisine düşmektedirler. Sorun bu yetişme tarzını genel geçer bir kurallar sistemiymiş gibi düşününce ortaya çıkmaktadır. Çünkü günümüzdeki tüm yeni şeylere karşı anne- baba önyargılı olacaktır. Dolayısıyla bugününü yaşayan çocuk için, bu önyargılı eğitim çelişkilerle dolu olarak geçecektir. Anne- babanın bu önyargıları çocuklarıyla kuracağı iletişime de yansıyacaktır. Aynı durum Çocukların arkadaşlarıyla tanışırken de, ortaya çıkabilir. Çocuklar, insanları çok iyi tanıma ve daha sonra ilişkilerini sürdürebilme şansına sahip değildir. Ancak büyükler bu konuda tecrübeli olabilmektedir. Çocuklar, süzgeçten geçirmeden arkadaş edineceği için, anne babaları bu edinilmiş arkadaşlarıyla tanıştıklarında bu arkadaşın, önyargılı oldukları grup arasından edinilmiş olduğunu öğrendiklerinde, çocuğuna müdahale edebilir. Görüşmemesi söylenebilir veya çocukla alay edilebilir. Hâlbuki çocuk arkadaşını gerçekten çok sevmiş ve değer vermiştir. Bu müdahaleler çocukla ailenin arasının açılmasına, ilişkilerin aksamasına ve bozulmasına neden olabilir.
Aile içersinde eşler veya çocuklar, sürekli iletişim ve etkileşim içerisindedirler. Bu durum neticesinde de, birbirlerine karşı belli ön yargı ve kabulleri zamanla oluşabilir. Bu önyargı ve kabuller, yeni girilecek iletişimde de, kendini gösterir. Çocuğunu anlayışsız ve bencil olarak niteleyen anne ve babalar, çocuğun tüm isteklerini haklı veya haksız olarak, bu ön kabulle değerlendirecek ve dolayısıyla reddedeceklerdir. Aynı durum, çocuk nezdinde anne ve baba için de geçerlidir. Anne- babasının tüm söylediklerini ön yargılı bir şekilde “her zamanki gibi yine beni düşünmeden, beni anlamadan söylüyorlar” şeklinde düşünen bir çocuk, o an için haklı dahi olsa, anne babasını haksız olarak değerlendirecek ve iletişimde aksaklıklar devam edecektir. Ergenlik dönemiyle birlikte, bu önyargılar iki taraf için de gün yüzüne çıkacaktır. Bu ön yargılar aslında her zaman vardır ama ergenlik psikolojisiyle kendini bir birey olarak gören ve diğer insanların da bunu görmesini isteyen çocuk, artık önyargılarını dile getirecek, aile ise, onu değişmekle suçlayacaktır.
EVLİLİKTE İLETİŞİM HATALARI
Evlilik, birçok yönüyle karmaşık, sürekli değişen ve iki kişinin daha önce hiç karşılaşmadıkları sorunları beraberce çözmek zorunda oldukları bir ilişkiler sistemidir.
Bu sistemde birlikte yaşamanın getireceği yeni kurallar ve kurulan sistemin birbirine uyum sağlama süreci elbette bazı çatışma, kızgınlık ve sorunlar meydana getirebilir.
Her evlilikte belirlenmiş veya sınırları tam olarak belirlenemeyen kurallar vardır. Sorun, aslında bu kurallara uyulmaması değil, bu kuralları kimin koyması gerektiği konusunda eşler arasında bir uzlaşmaya varılamamış olmasıdır.
Evliliğin ilk günlerinde eşler, birbirlerine karşı hoşgörülü davranmalarına rağmen, zamanla kimin, neyi, ne ölçüde kontrol etmesi gerektiği konusunda bir anlaşmazlık içine düşebilmektedir.
Eşlerin anlaşmazlığa düştükleri, çatışma yaşadıkları alanlara baktığımızda karşımıza büyük oranla iletişimde yapılan hataların çıktığını görüyoruz. Sorunların çözülmesi için eşlerin birbirlerini anlamaları ve paylaşıcı olmaları gerekmektedir. Problemlerin çözümü için de eşlerin öncelikle birbirlerini dinlemeleri şarttır. Evlilikte iletişimi kesen en önemli etkenin yıkıcı eleştiri olduğunu unutmamak gerekir. Yıkıcı eleştiri eşlerin birbirlerinin olumsuz yönlerine odaklanmalarına ve olumlu yönlerini görmemelerine yol açmaktadır. Eşler sorun halinde hep kendilerini haklı çıkaracak bir davranış içine girdiklerinde iletişim kendiliğinden kopmaktadır. Hâlbuki eşler karşısındakinin de haklı olabileceğini dikkate almalı ve davranışlarını buna göre ayarlamalıdır.
Eşlerin sorumluluk alanlarının tespit edilmemesi ile gelen sorunlarda, hatanın hep karşı tarafta aranması da iletişimi keser. Böyle bir durumda aklıselimle hareket edilmeli ve karşılıklı suçlamalara girmeden sorunun çözümüne çalışılmalıdır.
Eşler arasında "işi yokuşa sürme"", veya "ipe un serme" şeklindeki tavırlar iletişimin kesilmesini de beraberinde getirmektedir. Hâlbuki evliliğin yürüyebilmesi bir arada karşılıklı anlayış ve hoşgörüye bağlıdır.
Eşlerin bir sorun çıktığı zaman birbirlerine bağırıp çağırmaları ve hatta bazen şiddet uygulamaları da, aile içi iletişime zarar vermektedir. Böyle bir durumun yaşanmaması için sorun anında bağırıp çağırmamalı ve asla şiddete başvurulmamalıdır.
Evlilikte her türlü olumlu ve olumsuz duyguların paylaşılması gerekir. Eşlerin, konuşmaya, dinlenilmeye ve anlaşılmaya ihtiyaçları vardır. Ortaya çıkacak sıkıntılarda, sorunu birlikte çözmek en doğru yoldur. Unutmayalım, eşlerimizle geçireceğimiz zaman, boşa harcanan zaman değildir. Bizim ona, onun da bize ihtiyacı vardır.
[1]Kanger, Faruk, Hz. Muhammed Ahlâkını Referans Alan Bir Karakter Eğitimi Modeli, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2007.
[2] Yrd. Doç. Dr. Mustafa KÖYLÜ, Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fakültesi.
[3]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
[4]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
[5]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
[6]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
[7]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
[8]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
[9]Araz, Hacer, Türk Aile Yapısında Aile İçi Dini İletişim Problemleri ve Bunların Çocuğun Din Eğitimine Etkileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2007
Bugün 341 ziyaretçi (440 klik) kişi burdaydı!
|
|
|