Efendimiz S.A.V'in [ Medine ] Hayat'ı
(622-632)
Bedir Muharebesi
Hicretin 2. senesi: 17 Ramazan Cuma (Mîlâdî: 13 Mart 624).
Kureyş’in ticâret kervanı
Hicretin ikinci senesinde Kureyş müşrikleri bir ticâret kervânı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervâna Mekke’den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi 50.000 dinar olan bu büyük ticâret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silâh alınacaktı. Kervânın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler ayrıca kervânla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında 30-40 kişi kadar muhafız da göndermişlerdi.1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığındaki bu büyük ticâret kervanının Mekke’ye dönmesine mâni olmaya karar verdi. Teşkil ettiği 300 kişiyi aşkın (305-315) Sahabî ile yola çıkmaya hazırlandı.
Sahabîler Bedir seferine katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hattâ bu hususta kur’a çekenler bile vardı. Ensardan Sa’d, babası Hayseme’ye, “Eğer bu seferin mükâfatı Cennetten başka birşey olmasaydı, senden geri kalırdım. Ben bu seferde bana şehidlik nasip olmasını umuyorum” diyerek sefere katılma arzusunu izhar etmişti. Babası ise ona, “Sen rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim” diye cevap vermişti.
Ama Sa’d bunu kabul etmemiş ve aralarında kur’a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur’a Sa’d’a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir’de şehid düşerek bu yüksek arzusuna da nail olmuştu.2
Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da büyük bir istek ve arzu vardı. Sefer hazırlıkları yapılırken Ümmü Varaka bint-i Abdullah Resûlullahın huzuruna gelerek şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Bana müsâade et de sizinle birlikte ben de çıkayım. Yaralarınızı tedâvi ederim.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu fedakâr kadına, “Sen evinde otur Kur’ân oku! Muhakkak ki Allah, sana şehidlik nasib eder” buyurdu.
Bu hâdiseden sonra Peygamber Efendimiz onu hep “şehîde” diye anardı.
Nitekim, hafız olan Ümmü Varaka, Hz. Ömer devrinde biri erkek, diğeri kadın iki uşağı tarafından geceleyin üzerine kadife örtü basılarak şehid edildi. Katiller yakalanarak asılmak suretiyle cezalandırıldılar. Medine’de asılarak cezalandırılanların ilki bunlar oldu.1
Medine’den hareket
Peygamber Efendimiz, yerine namaz kıldırmakla Abdullah ibni Ümmi Mektûm’u vazifelendirdi. Ensardan Ebû Lübâbe Hazretlerini ise, şehre nâib (vekil) tâyin etti. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları oldukça sıcak bir Cumartesi gününde, mücahidlerle Medine’den hareket etti.2
Resûl-i Ekrem Efendimizin beyaz sancağını Mus’ab bin Umeyr (r.a.) taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz. Ali’nin, diğeri ise Ensardan Sa’d bin Muaz Hazretlerinin elinde idi.3
Kervân, Bedir4 mevkiinde karşılanacaktı. Çünkü burası Mekke, Medine ve Suriye’ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir noktaydı.
Mücâhidler, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine’den yola çıkmışlardı. Üstelik Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Bu sebeple Peygamberimiz orucunu açtı. Mücâhidlere de açmalarını emir buyurdu.1
Henüz Medine’den fazla uzaklaşılmamıştı. Resûl-i Ekrem, küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları sekiz olan bu küçük mücâhidler, ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz bir-ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas der ki:
“Resûlullahın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kardeşim Umeyr’in göze görünmemeye çalıştığını gördüm.
“‘Kardeşim sana ne oldu?’ diye sordum.
“‘Allah Resûlünün beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum. Halbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah’ın bana şehîdlik nasip etmesini umuyorum,’ diye cevap verdi.
“Kendisi Resûlullaha arzedilince küçük görüp ona, ‘Sen geri dön’ dedi.
“Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah da müsaade etti. Umeyr’in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağlamıştım.”2
Allah yolunda şavaşıp şehîdlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında müşriklerin oklarına hedef olup bu yüksek gayesine ulaştı.
Müslümanlarla beraber iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe biniliyordu. Peygamber Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı görmek istemiyordu. Hz. Ali ve Mersed bin Ebû Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki Sahabî, “Yâ Resûlallah! Sen bin, biz senin yerine yürürüz” diyorlardı.
Ancak Peygamber Efendimiz, bunu kabul etmiyor ve “Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevap ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müstağnî ve ihtiyaçsız değilim”1 diye cevap veriyordu.
Bu hareketiyle Resûl-i Kibriyâ, İslâmın getirdiği adâlet ve müsavat düsturunu, her şeyden önce bizzat şahsında tatbik etmiş oluyordu.
İslâm ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu. Henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebû Süfyan başından beri endişe duyduğu hususu haber aldı: “Müslümanlar kervânı ele geçirmek için yola çıkmışlar!”
Mekke’ye derhal bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervânın istikametini değiştirerek Kızıl Deniz sahilinden Bedir’e uğramadan Mekke’ye doğru yol aldı.
Kureyş’in harbe hazırlanması
Ebû Süfyan’dan önce Mekke’ye varan haberci Zamzam, acaib bir kılıkla devesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu:
“Ey Kureyş topluluğu! Ticâret kervanınıza, Ebû Süfyan’ın yanındaki mallarınıza Muhammed ve Ashabı saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. İmdât! İmdât!”
Haliyle bu haber Kureyş’in infiâline sebep oldu. Zira kervânda hemen hemen her âilenin malı vardı. Kureyşliler derhal toplandılar. Sürat’le hazırlığa başladılar. Alel acele hazırlanan Müşrik ordusunun sayısı 950’yi buldu. Bunların 100’ü atlı 700’ü develi idi.
Bu rakam, kervânı takibe çıkan Müslümanların sayıca üç katı demekti. Aynı zamanda Kureyş ordusu silâh bakımından da Müslümanlardan çok daha üstündü. Bu arada müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de çıktı. Fakat, Ebû Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında onlar da iştirâk etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen Ebû Lehep hasta olduğunu bahâne etti ve yerine bedelle birini göndererek Mekke’de kaldı.
Hazırlanan müşrik ordusu, muganniyelerin söylediği şarkıların, kadınların çaldığı deflerin coşkun havası içinde Mekke’den Bedir’e doğru hareket etti.
Yolda kervânını Bedir’den arızasız geçiren Ebû Süfyan’dan kendilerine şu haber geldi:
“Siz kervânınızı, kervân üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için yola çıkmıştınız. Allah onları kurtarıp selâmete erdirdi. Artık dönünüz!”
Ancak, Ebû Cehil dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermeyerek şöyle konuştu:
“Vallahi Bedir’e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp, yemekler yeriz. Şaraplar içeriz! Câriyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi ilerleyiniz!”1
Müşrik ordusu Bedr’e doğru ilerlemeye başlarken, haberci de Ebû Süfyan’ın yanına dönüp durumu kendisine anlattı. Ebû Süfyan bu haberden memnun olmadı ve “Yazık oldu kavmime! Bu Amr bin Hişâm’ın, Ebû Cehil’in işidir! Dönmek istemedi. O, bunu halka baş olmak sevdasıyla yaptı. Azgınlık, eksiklik ve uğursuzluk getirir” dedi.
Endişesini ise son cümlesiyle şöyle dile getirdi:
“Eğer, Muhammed’in Ashâbı, onlara rastlarsa, işleri tamamdır!”2
Ebû Cehil’in bütün şirretliği ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan ayrılanlar oldu. Ahnes bin Şerik müttefiki bulunan Zühreoğullarını ikna ederek beraberce Mekke’ye döndüler. Daha sonra bunları Hz. Ömer’in kabilesi Adiyy bin Ka’boğulları takib etti.
Müşrik ordusuna Hâşimoğulları da katılmıştı. Kureyşten bazıları kendilerine, “Vallahi, ey Haşimoğulları! İyi biliyoruz ki sizler, her ne kadar bizimle sefere çıkmışsanız da, kalbiniz Muhammed’ledir” deyince, Ebû Tâlib’in oğlu Tâlib de bir kısım kimselerle birlikte geri döndü.
Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle Safra yakınındaki Zefiran mevkiine vardığında, Kureyşin büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılaşacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremediler. Zira, niyetleri harbetmek değildi. Bunun için bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik alınan istihbarâta göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silâhça onlardan üstün idi.
Mücâhidlerle istişâre
Resûl-i Ekrem, Ashâbını topladı. Kervanın takib edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı hususunda onlarla istişarede bulundu. Bir kısım mücahid, kervanın takib edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Peygamber Efendimiz, bundan hoşlanmadı. O sırada, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha muvafık olacağı hususunda konuşunca, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bundan memnun oldu. Daha sonra Ensardan Mikdat bin Esved Hazretleri şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Rabbim sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz İsrailoğullarının Hz. Musâ’ya dediği gibi, ‘Git Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız’ tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz.”1
Feragat ve cesaret timsali bu Sahabînin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem kendilerine hayır duâda bulundu.
Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat Ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü, onlar Medine dahilinde Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı.
Resûl-i Ekrem onların bu konudaki görüşlerini sordu. Ensar namına Sa’d bin Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:
“Yâ Resûlallah! Biz sana îmân ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itâat etmek üzere sana kesin sözler de verdik.
“Yâ Resûlallah! Nasıl bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi.”1
Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücâhid herşeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silâhça üstünlüğü kahraman Sahabîlerin gözünü korkutmadı. Kur’ân’ın ifadesiyle “Ölümün ağzına girmeyi”2 seve seve göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin idrâkinde olarak, din sahibinin yardımını esirgemiyeceğine gönülden inanıyorlardı.
Mücâhidlerin sayısı az, amma îmân ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İstinad noktaları Kâinatın Sahibi idi. Reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed idi (a.s.m.). Böyle bir ordu elbette her şeyi göze alarak müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!
Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir sadâ ile mücâhidlere şu müjdeyi verdi:
“Yürüyün ve Allah’ın lütfu ile şâd olun. İşte Kureyşin tek tek düşüp uzayacağı yerleri şimdiden görür gibiyim.”1
Bu konuşma mücâhidler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat arttırdı. Bedir’e doğru şevkle yol almaya başladılar.
İslâm ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Şu küçük tepe yakınındaki kuyu başında bir takım bilgiler elde edeceğimizi umarım” buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr bin Avvam, Sa’d bin Ebî Vakkas gibi bazı Sahabîleri oraya gönderdi.
O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücâhidler onlardan bazılarını ele geçirdiler.
Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, “Bana, Kureyş hakkında mâlumat veriniz” dedi.
Onlar, “Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar” dediler.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “O topluluk ne kadar vardır?” diye sordu.
“Pek çok” diye cevap verdiler.
Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?” dedi.
“Bilmiyoruz” cevabını verdiler.
Bu sefer Peygamber Efendimiz, “Onlar her gün kaç deve kesiyorlar”diye sordu.
“Bir gün 9, bir gün 10” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah, “Onlar, 950 ile 1000 kişi arasındadır” buyurdu.
Sonra, “İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?” diye sordu.
Müşrik sucuları Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun ismini sıralayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashâbına dönerek şöyle buyurdu:
“İşte Mekke, ciğerpârelerini size fedâ etti!”
Sonra yine adamlara, “Gelirken, Kureyşten geri dönenler oldu mu?” diye sordu.
“Evet” dediler, “Beni Zühreler Ahnes bir Şerik’le geri döndüler.
O zaman Peygamber Efendimiz, “O, doğru yolda değilken, Âhiret, Allah ve Kitabı bilmezken Zühreoğullarına doğru yolu göstermiştir” buyurdu.1
Bedir’e vardığı gece Peygamber Efendimiz, “İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır” buyurdu ve elini o yerlere koyarak müşrik Kureyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gösterdi.
Hz. Ömer der ki:
“Onlardan hiç birisi de, Nebiyy-i Ekremin elini koyduğu yerlerin ne ilerisinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler.”2
İslâm ordusunun Bedir’e önce gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücâhidlerle, müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını Ashabıyla görüştü.
O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubab bin Münzir ayağa kalktı ve, “Yâ Resûlallah! Biz, harbci kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbâı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm,” diye konuştu.
Sonra da, “Yâ Resûlallah! Burası, sana Allah’ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsi bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi” buyurdu.
Bunun üzerine Hubab şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler. Zor duruma düşerler.”
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Ey Hubâb, doğru olan görüş senin işâret ettiğindir” buyurarak hemen ayağa kalktı, bunu gören mücâhidler de derhal ayağa kalktılar. Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun altına kadar gittiler.
Sonra Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyu ile dolduruldu ve içine de bir kab konuldu.1
Bu arada, Sa’d bin Muaz Hazretlerinin teklifi ile Resûl-i Ekrem Efendimiz için hurma dallarından bir gölgelik, yâni çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir’le birlikte girdi.
Sa’d bin Muaz Hazretleri de kılıcını takınıp Ashab-ı Kiramdan bir kaç zâtla birlikte gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.1
Ordunun harp nizamına sokulması
Peygamber Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Sonra da her mevzideki grup için bir kumandan tâyin etti. Müslüman kuvvetler; Muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısıma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus’ab bin Umeyr, Evslilerinkini Sa’d bin Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubab bin Münzir Hazretleri tutuyordu.2
Peygamber Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu talimatı verdi:
“Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunda, düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır.”3
Mücâhidlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaâ harbinde bulunacak Müslümanlar için bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu. Çünkü, taarruz taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla hücum esnasında çok çok bir kaç taş taşıyıp atabilirlerdi…
Harpten bir önceki geceydi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikte idi. Bütün gecesini Kadir-i Zülcelâle ibadetle geçirmişti.
Arkasından Rabb-i Rahîmine ellerine açarak kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semaya göz yaşı döktürecek kadar tesirli şu duâsını yaptı:
“Allah’ım! Bana yaptığın va’dini yerine getir!
“Allah’ım! Bu bir avuç Müslüman mücâhid helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.”2
Resûl-i Kibriya Efendimiz vakit namazlarında da aynı duâyı tekrarlıyordu. Bu duâyı duyan mücâhidler ise heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
İki ordu karşı karşıya
Resûl-i Ekrem, ordusuna ait hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.
Manzara oldukça düşündürücü ve ibretliydi. Birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu arkaba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.
Peygamber Efendimiz de, gölgelikten çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki, düşman sayıca ve silâhça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsavî bir mücadele verilemeyeceği kanâatı uyandırıyordu. Ama mücâhidler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat, müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Âmir bin Hadremî harp usulûne muhalefet ederek mücâhidlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca’ Hazretlerine isabet etti ve orada İslâm ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca’, şehidlerin efendisidir” buyurarak İslâmın bu ilk şehidini tebcil etti.
Mihca’ Hazretlerinin şehadeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan Rabiaoğulları Utbe ile Şeybe ve Utbe’nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.
Benî Neccar’dan Afra isminde bahtiyar İslâm kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de bulunuyordu. Onlardan ikisi Muâz ve Avf ile Resûlullahın şâiri Abdullah bin Ravâha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, Ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu…
Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular.
Onlar, “Ensardan filân ve filânız” diye cevap verdiler.
Müşrikler; “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğulları ile çarpışacağız” dediler.
Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!” diye konuştular.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine duâ etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali” diye emretti.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman Sahabî derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için Utbe onları tanıyamadı.
“Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığımızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım,” diye seslendi.
Üç kahraman Sahabî de isim ve şöhretlerini söyleyince müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz, buyurun” deyip kılıçlarını sıyırdılar.
Ubeyde bin Hâris, Utbe bin Rebiâ ile, Hz. Hamza dengi Şeybe bin Rabiâ ile ve Hz. Ali ise Velid bin Utbe ile çarpışacaktı.1
Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübârezeleri o vaktin hükmüne göre seyre değer hâdiselerinden sayılırdı. Buna binâen; iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular…
Teke tek vuruşma şimşek sür’atiyle başladı.
Hz. Hamza ile Hz. Ali birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Sonra da Hz. Ubeyde’nin yardımına koştular. Utbe’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna getirdiler.
Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Resûlallah, ben şehid miyim?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehidsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu söyledi.
Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup din-i İslâm uğrunda çektiği ezâ ve cefâlardan dolayı asla üzülmediğine dâir güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan Bedir’den dönülürken yolda vefât etti. Oraya defnedildi.1
Adamlarının birbir yere serildiğini gören müşrikleri büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye ve toparlamaya çalışıyordu.
Allah yolunda çarpışmayı en büyük şeref telâkki eden Müslüman mücâhidler ise, âdeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvel muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz âdeta mücessem îmân halini almış bu bir avuç mücâhidin haline bakarak, Cenâb-ı Hakka şöyle içli niyâzda bulundu:
“Allah’ım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar, Sen onlara binecek ver!
“Allah’ım! Onlar açtırlar, Sen onları doyur!
“Allah’ım! Onlar fakirdirler, Sen onları fazl ve kereminle zengin eyle!”2
Sonra da dilinden düşürmediği duâsını tekrarladı:
“Allah’ım! Bana yaptığın va’dini yerine getir!
“Allah’ım! Bu bir avuç mücâhidi helâk edersen, artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!”
Hz. Ebû Bekir ile oğlu
Manzara oldukça ibretli idi. Mus’ab bin Umeyr, Müslümanlar safında Muhacirlerin sancaktarı iken, kadeşi Ebû Aziz İbn-i Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarı idi.
Daha garibi de vardı. Hz. Ebû Bekir oğlu Abdullah ile Müslümanlar safında bulunurken, diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşrikleri arasında idi. Cesâreti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Hz. Resûlullahtan oğluyla çarpışmak için müsaade istedi. Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Ey Ebû Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin” buyururak izin vermedi ve yanından ayırmadı.
Hz. Resûlullahtan oğluyla kılıç kılıca döğüşmek için izin alamayan Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.) hiddetli hiddetli oğluna, “Ey Abdurrahman! Bana olan münasebetin nerede kaldı” diye seslendi.
Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka birşey kalmadı.”1 diye cevap verdi.
Harp başladı
Tarih; 17 Ramazan, Cuma günü, sabah saatleri. Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırıya geçmişti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücâhidleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehid düşenlerin makamlarının Cennet olacağını müjdeliyordu. “Zafer bizimdir,” diyerek de her zaman mücâhidlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücâhidlerin de cesaretini arttırıyordu.
Hz. Ali der ki:
“Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullaha sığınmıştık. O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!”2
Hazreç kabilesinden Hâris bin Sürakâ adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temaşa ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücâhidlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehid oldu. İşte Ensardan ilk şehid düşen bu zâttır.
Harp safında bulunan mücâhidleri aşıp giden bir okun, geride Hâris’e isabet edip onu şehid etmesi hepsi için bir ibret dersi oldu.
Harb bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise durmadan mücâhidleri harpte sebat etmeye çağırıyor ve şöyle diyordu:
“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; Allah’ın rızasını umarak sabr ve sebât göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri Allah, muhakkak Cennetine koyacaktır!”
Ensardan Umeyr bin Humâm Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullahın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi! Ne iyi! Cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı. Hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve âhiret hayatının ehemmiyetine dâir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, bir çok müşriki öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.
Bir mu’cize
Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve şöyle duâ etti:
“Yüzleri kara olsun! Allah’ım! Kalblerine korku sal! Ayaklarına titreme ver.”1
“Yüzleri kara olsun” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşrikin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.
Kur’ân-ı Azimüşşan bu mu’cizeyi şu âyetiyle ilân eder:
“Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zamanda sen atmadın, ancak Allah attı…”1
Evet, Resûl-i Kibriyânın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu.
Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücâhidler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini arttırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da Kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu:
“Allah’ım! Bana va’dettiğin yardımı lutfet.”
Bu münacaâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki, ridâsı mübârek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübârek omuzlarına koydu ve “Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz O, sana olan va’dini yerine getirecektir”2 dedi.
Bir müddet sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah’ın yardımı geldi. İşte şu Cebrâil’dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor!”
Kur’ân-ı Azimüşşan bu vak’ayı da şöyle hatırlatır:
“Muhakkak ki, siz Bedir’de zayıf durumda iken Allah size yardım etmişti de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse Allah’tan korkun ki, Onun yardımına şükretmiş olasınız.
“O zaman sen mü’minlere, ‘Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardıma gelmesi size yetmez mi?’ diyordun.”3
Rivâyet edilmiştir ki; o esnâda, benzeri görülmedik gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr çıktı. O da geçip gitti. Daha sonra üçüncü bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.
Bu, Cebrâil (a.s.) emrindeki 3000 meleğin gelip Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.
Melekler; başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız Cebrâil’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.
Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahidler düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.
Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.) son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman Sahabî müşrik ileri gelenlerinden bir çok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.
Ebû Cehil’in öldürülmesi
Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahidlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hattâ, Ebû Cehil zannıyla Hz. Hamza müşriklerin reislerinden Mahzumoğullarından Halid bin Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn-i Velid’i ve Hz. Ali yine Beni Mahzumdan Abdullah İbn-i Münzir’i öldürmüşlerdi.
Ebû Cehil, yetmiş yaşında pek gözlü, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslâm düşmanı idi. “Anam beni bugün için doğurmuş” diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu.
Mahzumoğulları, müşriklerden bir çok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hz. Abdurrahman bin Avf, harp safında sağına soluna bakınca Ensâr gençlerinden iki delikanlıyı gördü.
Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey Amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu.
Abdurrahman bin Avf, “Evet tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince genç şöyle dedi:
“Allah’a söz verdim. Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim, yahut bu uğurda şehid olacağım!”
Abdurrahman bin Avf Hazretleri gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.
Abdurrahman bin Avf, önceleri kendi kendine “Harp safında iki çocuk arasında kaldım” derken, onların bu cesurca sözlerine hayret etti.
Bu iki genç, Afra Hatunun harbe iştirâk etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.
O sırada Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) gözü müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzumoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere, “İşte aradığınız Ebû Cehil” dedi.
İki kahraman fedâi derhal kılıçlarını sıyırıp Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.
Bu iki genç gibi bir çok mücahid de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, Ensardan Muaz bin Amr bin Cemuh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcı ile onun elini, kolunu yaraladı. Bu kahraman Sahabî der ki:
“Elim derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesilen elimi arkama atıp hep çarpışıp durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım.”1
Muaz bin Amr bin Cemuh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek, kılıç darbeleriyle yere serdiler. Öldü zannıyla bırakıp gittiler.
“Ebû Cehil bu ümmetin Firavun’udur”
O esnâda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı? Ne oldu? Kim gidip bir bakar” buyurarak ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
Mücahidler aradılar. Fakat bulamadılar.
Peygamber Efendimiz, “Arayınız! Benim onun hakkında sözüm var. Eğer siz onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Bir gün onunla Abdullah bin Cud’â’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkılınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, dizinden kaybolmadı!”2
Bunun üzerine Abdullah ibni Mes’ud Hazretleri Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı, nihâyet Allah seni, hor ve hakir etti, gördün mü?” dedi.
Can çekiştiği halde Ebû Cehil şöyle dedi:
“Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bir büyük kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bugün bana zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver.”
İbni Mes’ud Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır” diyerek son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle her cihetten me’yus olan Ebû Cehil bir kere daha küfrünü kustu:
“Muhammed’e söyle ki, şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!”
Bunun üzerine İbni Mes’ud Hazretleri, hemen başını kesti.
Böylece Ebû Cehil, son nefeste bile îmâna gelmedi, küfür ve dalalette ısrar edip Cehennemi boyladı.
İbni Mes’ud (r.a.), kesik başı alıp huzur-u Nebevîye getirdi.
“İşte Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin firavunu işte budur” buyurdu.1
Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye bin Halef de Mekke’de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fenâ halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisin geri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular. Ele geçirilenler ise esir alındılar.
Netice
Bir kaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde Peygamber Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslâm ordusu, parlak bir muzafferiyet elde etmişti. Mücahidler 14 şehid vermişlerdi. Müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise 70 kadardı. Bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden 24 kişi müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahidler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler.
Resûl-i Ekrem, şehid olan mücahidlerin cenaze namazını da Bedir’de kıldı.
Bu parlak zaferle şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı. Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Peygamber Efendimiz derhal iki haberci çıkararak bu şanlı zaferin bir an evvel Medine’ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride bir çok mal ve 70 esir bırakmıştı. Ganimet malları; 150 deve, 10 at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevâtı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.
Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl bin Ebî Talib ve Nevfel bin Abdülmuttalib ile kerimeleri Hz. Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs ibni Rebi’ de vardı. Yine Musab bin Umeyr’in kardeşi ve müşrik ordusunun baş bayraktarı olan Ebû Aziz ibni Umeyr de esirler arasında idi.
Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına Hz. Ömer me’mur edildi.
Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.
“Yâ Resûlallah! Ne diye uyumuyorsunuz? diye sorduklarında, “Abbas’ın inlemesi yüzünden” diye cevap verdi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin rahatsız ve müteesir olmasını istemeyen Ashab-ı Güzinden bazıları gidip Abbas’ın bağını çözdüler.
İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyorum?” diye sordu.
Sahabîler, “Onun bağını çözdük” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Bütün esirlerin bağını çözünüz” buyurduktan sonra uyudu.1
Ganimetlerin dağıtılması
Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir’den ayrılan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine’ye doğru gelirken Safrâ Boğazını geçtikten sonra, Seyer denilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını eşit bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.
Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından Ebû Cehil’in devesini Safiy (kumandanlık hakkı) olarak aldı.
Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine’de kalan sekiz kişi ile Bedir’de şehid düşenlere de hisse ayrıldı.
Münebbih bin Haccâc’ın kılıcı Zülfikar da Peygamber Efendimizin hissesine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfîkârı bilâhere Hz. Ali’ye hediye etmiştir.2
Esirler hakkında ne türlü muâmele yapılacağına dâir henüz ilâhî vahiy gelmemişti. Bu sebeple onlar hakkında re’y ile karar vermek gerekiyordu.
Re’y ile, yâni görüş beyân etmek sûretiyle karara bağlanacak meselelerde ise Âshabıyla meşveret etmesi Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbest ve açıkça beyân ederdi.
Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair Peygamber Efendimiz Sahabîlerle istişârede bulundu.
Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bunlar bizim akrabalarımızdırlar. Benim reyim, onlardan kurtuluş fidyesi alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağınız kurtuluş fidyeleri kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah’ın onları hidâyete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’e, “Ey Hattab’ın oğlu! Senin fikrin nedir?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Onlar, seni yalanladılar. Seni, memleketinden çıkardılar. Hepsinin boynunu vurdur” cevabını vererek görüşünü açıkladı.
Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti bu şekil bir muâmeleye rıza göstermediğinden sualini tekrarladı. Ancak, Hz. Ömer aynı fikrinde ısrar etti:
“Onlar müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı” dedi.
Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu. Sonra da kalkıp çadırına girdi. Bir müddet orada durdu.
Sahabîlerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir’in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer’in fikrine iştirâk ediyordu.
Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Bekir’e hitaben, “Ey Ebû Bekir,” dedi, “senin hâlin, Hz. İbrâhim’in hâline benzer. O, Allah’a, ‘Kim, bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zirâ, Sen Gafûr ve Rahîmsin’ demişti.
“Ey Ebû Bekir senin hâlin, Hz. İsâ’nın haline de benzer. Hz. İsâ, Allah’a, ‘Eğer, onları gazaba uğratırsan, onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen, şüphe yok ki, kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan Sensin’ demişti.”
Sonra Hz. Ömer’e dönerek, “Ey Ömer,” dedi, “senin hâlin de, Hz. Nûh’un haline benzer. O, Allah’a, ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma’ demişti.
“Senin hâlin ey Ömer, Hz. Musâ’nın hâline de benzer. O, Allah’a, ‘Sen, onların mallarını mahvet! Rabbimiz yüreklerini şiddetle sık ki, onlar inletici azabı görünceye kadar îmân etmeyecekledir’ demişti.”
Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in görüşünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu arada durumlarına göre, bedel olarak 3000, 2000 ve 1000 dirhem kendilerinden alınması kararlaştırılanlar da oldu. En mühimi de şu idi: Kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler, Ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tarafından kararlaştırıldı.1 Zeyd bin Sabit Hazretleri, bu suretle okuma yazma öğrenen çocuklar arasında idi.
Bu sayede Medine’de de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.
İnen âyetler
Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine şu âyet-i kerimeler nazil oldu:
“Hiçbir peygambere, yeryüzünde iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak düşmanın kuvvetlenmesine sebep olmak uygun düşmez. Siz dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise size âhiret sevabını nasip etmek ister. Allah’ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.
“Eğer Allah sizi bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir azap dokunurdu.
“Artık ganimet olarak aldıklarınızı helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1
Hz. Ömer, konu ile ilgili bir hatırayı şöyle anlatır:
“Sabahleyin Resûlullahın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Bekir’i oturmuş ağlıyor gördüm.
‘Yâ Resûlallah, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi bana söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım. Ağlanacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım’ dedim.
“Resûlullah, ‘Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları kurtuluş fidyelerinden dolayı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu bana gösterildi’ buyurdu”2
Peygamberimiz mücahidlerle, esirlerden bir gün önce Medine’ye geldi.
Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri Ashabı arasında dağıttı ve şöyle buyurdu:
“Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz.”
Esirler arasında bulunan Musab bin Umeyr’in (r.a.) kardeşi Ebû Aziz der ki:
“Esirler, Bedir’den Medine’ye getirildikleri zaman, ben de Ensardan bir âilenin yanına düşmüştüm. Resûlullah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsiyelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de utandığımdan o ekmek parçasını veren kimseye iâde ederdim. Fakat, o yine ekmeğe dokunmadan tekrar bana verirdi.”1
Esirler arasında bulunan Peygamberimizin amcası Abbas oldukça zengin bir zattı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Âkil bin Ebî Talib ile Nevfel bin Hâris için kurtuluş fidyeni öde! Çünkü sen, servet sahibisin” dedi.
Hz. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfetmek üzere 800 dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı.
Bunun için Peygamber Efendimize, “Bari harp esnasında elimden alınan o altınları kurtuluş fidyesi say” diye teklif etti.
Peygamberimiz, “Hayır, o bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah’ın sonunda bize nasib ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz” buyurdu.
Hz. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Yâ Muhamed, beni avuç açtırıp da dilendirecek misin?” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas, ya o altınlar nerede kaldı?” diye sordu.
Abbas, “Hangi altınlar?” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ferman etti:
“Hani sen, Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Ümmü Fadl’a teslim ettiğin altınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen Ümmü Fadl’a ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felâkete uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Fadl içindir! Şu kadarı Abdullah içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı da Kusem içindir’ demiştin. İşte o altınlar!”
Abbas, hayretle, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Allah haber verdi” buyurdu.
Bunun üzerine Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i îmânı kazanıp Müslüman oldu. Kurtuluş fidyesini ödedikten sonra da Mekke’ye döndü.
Hz. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını izhar etmeyip hep gizli tuttu. Mekke’de bulunduğu zaman zarfında müşriklerin tutum ve davranışlarını Peygamber Efendimize yazar ve Mekke’deki Müslümanlara yardım ederdi.1
Bedir esirleri arasında Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zeyneb’in kocası Ebû Âs bin Rebi’ de vardı.
Hz. Zeyneb (r.a.) kocası Ebû Âs’ın kurtuluş fidyesi olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb’e evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.
Resûl-i Kibriyânın bu güzide kerimesinin gerdanlığını kurtuluş fidyesi olarak göndermesi Ashab-ı Kirama fazlasıyla tesir etti.
Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve “Eğer münasip görürseniz, Zeyneb’in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz” buyurdu.
Bunun üzerine Sahabîler Ebû’l-Âs’ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevirerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübârek kalbini memnun ettiler.2
Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müsbet-menfî akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudî ve putperestlerin gözleri yıldı. Hattâ Yahudilerden bazıları, “Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulmaz. Galip olacak hep odur” diyerek îmâna geldiler… Bir kısmı ise, korkularından îmân etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fesad çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.
Habeş Necaşisi de Peygamberimizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, “Allah, Resûlüne Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı hamdederim” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar etti.
Medine’de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir matem havasına bürünmüşlerdi…
Bedir galibiyeti ile, civardaki kabilelere de göz dağı verilmiş oldu.
Ebû Leheb’in ölümü
Ebû Leheb, Bedir’e katılmamış ve yerine Âsî bin Hişâm’ı göndererek Mekke’de kalmıştı.
Kureyş ordusu, İslâm ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke’ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süfyan bin Hâris’i yanına çağırarak, “Ey kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat” dedi.
Ebû Süfyan bin Hâris, “Vallahi” dedi, “biz o cemaâtle karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvarî ile karşılaştık ki, onlara karşı koymak mümkün değildi!”
O sırada Hz. Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Rafi’ de orada bulunuyorlardı. Ebû Refi’, “Vallahi, o gördüğün süvârîler, melekler idi” deyince Ebû Leheb hiddetlenip yüzüne şiddetli bir tokat indirdi. Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı.
Ümmü Fadl, gayrete geldi, “Biçâre köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun” diyerek bir çadır direği ile Ebû Leheb’in başını yardı.
Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti.
Hemen sonra da Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Resûlullah ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.
Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse yanına yaklaşmak istemiyordu.
Kureyşlilerden biri bir gün oğullarına, “Yazıklar olsun size, babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğramaktan utanıyor musunuz?” diye sordu.
Onlar, “Biz, onun hastalığından korkuyoruz” deyince adam, “Haydi gelin ben size yardım edeyim” dedi birlikte gittiler. Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi.
Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar.1
* * *
Münafıkların Ortaya Çıkması
Peygamber Efendimiz, Medine’ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine’de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münâfıklardı.
Peygamberimizin Medine’ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine’nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl’ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.1
Fakat, Abdullah bin Übey’in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.
Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl’ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.2
Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve “Medine’ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır” diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar hakkında Münâfıkûn Sûresi nazil olmuştu.
Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey’e, “Ey Ebû Hubab!1 Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s.m.) git de, senin için Allah’tan af dilesin” denilince şu cevabı vermişti:
“Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed’e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı!”2
Abdullah bin Übey’in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:
Birgün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa’d bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey’in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur’ân’dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.
Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:
“Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!”
Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey’in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa’d bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa’d bin Ubade Hazretleri şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey’in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur’ân’ı indiren Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey’in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır!”1
Münâfıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında, akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı.
Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında, Abdullah bin Übey’e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar… Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine’ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine’deki Yahudîler, “Tevrât’ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!” diyerek bir kısmı îmân etti. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.1
Bedevî diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz: “Medine çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz…”2
Bütün bu münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları: “Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti.”3 Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimadlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zâfa uğratmak gayesini güdüyorlardı.
Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü’min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah bin Übey’in, “Medine’ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır” sözünü Hz. Zeyd bin Erkam Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz İbn-i Übey’i huzuruna çağırmış ve “Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?” diye sormuştu.
Abdullah bin Übey’in cevabı aynen şu olmuştu:
“Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah’a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd muhakkak yalancıdır!”
Kur’ân-ı Kerîm, münâfıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:
“Münâfıklar sana geldiklerinde ‘Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün’ dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir.”1
Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey’le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur’ân-ı Kerim’den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve, “Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme” demişti.
Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa’d bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa’d: “Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet” deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) affetmişti.1
Münâfıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de “Îmân edenlere rastladıklarında ‘İnandık’ derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, ‘Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz’ derler.”2 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.
Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir. Bir gün avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, “Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım” der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir’in elini tutar: “Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!” der.
Sonra Hz. Ömer’in elini tutar, “Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!” der.
Sonra Hz. Ali’nin elini tutar: “Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim’in Efendisi” der.
Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, “Abdullah! Allah’tan kork, münâfıklık etme! Çünkü, münâfıklar Allah’ın en şerir mahlûklarıdır” der.
Bunun üzerine İbni Übey, “Ey Ebû’l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir” deyip ayrılır.
Sonra Abdullah bin Übey arkadaşlarına dönerek, “Gördünüz mü nasıl yaptım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız” der.1
Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti bu hadise üzerine nazil olmuştur.2
Münâfıklar, Müslamanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti arttırır. Bu sebeple Kur’ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü’min ve Müslamanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.
Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.
İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur.1
Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ın bu hususta ortaya koyduğu, münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1) İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü’minlerin yetişmesine imkân bırakmak.
2) Onları, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü’minler safına geçmelerini temin edebilmek.2
Münâfıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü’min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir.
Mirba’ bin Kayziyy’in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud’a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu bostanından geçirmek istememiş ve “Yâ Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz” demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: “Vallahi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!”
Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, “Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür.”
Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd’den de bir darbe yer. Münâfıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.
Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek, “Eğer, Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi” derler.
Bu sözlerini duyan Efendimiz, “Evet, vallahi, ben ancak Allah’ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın!” buyurur.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur.1
Peygamberimiz zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apacık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey’in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu. Hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.1
Aynı şekilde, Hendek Harbinin en kritik anında bu münafıklar, “Bize izin ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır” diyerek Peygamberimize müracaât etmişlerdi.
O sırada Sa’d bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, “Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?” diye konuşmuştu.
Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir.
Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât, “Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın” diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur’ân-ı Kerîm onların bu durumlarından şöyle bahseder:
“Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, ‘Bu sıcakta cihâda çıkmayın’ dediler. Sen, ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır’ de. Keşke anlayabilselerdi!
“Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır.”2
Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü’l-Veda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine’ye döndü. Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu: “Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!
“Vallahi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!”
Bütün bu yıkıcı, Müslamanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey’i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir.
Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve mühamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Müstalık Gazasında, reisleri Abdullah bin Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvâri konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey’in boynunu vurayım” dediği zaman, Resûlullahın cevabı şu olmuştu:
“Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed Ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?”
Bir başka rivâyette ise, Resûlullahın şu cevabı verdiği kaydedilir:
“Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.
Yine Benî Müstalik seferi esnasında İbn-i Übey’in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip, “Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim” diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu olmuştu:
“Hayır, ona karşı yumuşak davranırız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz.”
Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey’e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Übey’in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık, hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.
Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, “Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın Allah’tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum” demişti.
Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm onların bu durumlarını da bize haber verir:
“Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar.”1
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.
Mescid-i Dırar’ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.
Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
* * *
Benî Kaynuka Gazâsı
Hicretin 2. senesi, Şevvâl ayı (Milâdî 624): Müslümanların Bedir Harbinden parlak bir muzafferiyetle çıkmaları Medine’deki Yahudîlerin endişelerini büsbütün arttırdı. Peygamberimizle aralarında sulh anlaşması bulunmasına rağmen gizliden gizliye bozgunculuk ve kışkırtıcılığa başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efendimiz herşeye rağmen ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. Ancak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muâmelelere lâyık olmadıklarını açıkça gösteriyorlardı. Şâirleri Peygamberimizi hicvediyor, Müslümanları küçük düşürücü mısralar düzüyorlardı.
Daha önce bahsi geçtiği gibi, Medine’de üç Yahudî kabilesi vardı: Beni Kurayza, Beni Nadr ve Benî Kaynuka. İçlerinde en çok fitne ve fesat çıkaran ve en cüretkârı olan, Benî Kaynuka idi. Kuyumculukla meşgul olurlardı. Bu bakımdan oldukça da zengin sayılırlardı. Bunların da diğer Yahudî kabileleri gibi Peygamber Efendimizle anlaşmaları vardı: Müslamanlara karşı herhangi bir harekete kalkışmayacaklarına, bir dış taarruz karşısında Müslümanlarla beraber Medine’yi müdafaa edeceklerine ve ne suretle olursa olsun birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyeceklerine dair sözleşmişlerdi.
Ancak onlar, gözle görülür bir tarzda açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmeye çalışma, her vesileyle Kureyş müşrikleriyle işbirliği yapma gibi uygunsuz hareketleriyle bizzat bu anlaşmayı bozmuş oluyorlardı.
Bu arada meydana gelen çirkin bir hâdise ise, bardağı taşıran son damla oldu. Şöyle ki:
Medineli Ensardan bir zatın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudî kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudîler kadının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudînin biri, kadına hissettirmeden arkasından elbesisesinin eteğini bir diken ile beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudîler eğlenerek kahkaha ile gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudî boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman Yahudîyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudîler de Müslümanın üzerine çullanarak onu şehid ederler.1 Böylece Yahudîlerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur.
Hâdiseye sebebiyet verenler Yahudîlerdi. Hâliyle, verdikleri sözlere aykırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş oluyorlardı.
Şehid edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulununca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudîlerini bir araya topladı. Kendilerini İslâma davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi takdirde Bedir’de müşriklerin uğradıkları akibete kendilerinin de uğrayabileceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudîler Efendimizin bu konuşmasını alaya alıp küstahça şöyle dediler:
“Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp galip gelmene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz. Savaşmayı çok iyi biliriz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar olduğumuzu anlarsın.”2 Sonra da dağılıp gittiler.
Benî Kaynuka Yahudîlerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen âyet-i kerime, akibetlerini şöyle ilân etti:
“İnkâr edenlere de ki: Siz dünyada mağlup olacak, âhirette de Cehenneme toplanacaksınız. Ne kötü bir yataktır o!”3
Aynı hâdiseyle ilgili olarak nazil olan âyet-i kerimede ise, Peygamberimize, ahdini bozan bu Yahudîlerle çarpışmaya izin verildi:
“Eğer bir kavmin hıyânetinden endişe edersen, antlaşmayı feshettiğini onlara açıkça ve adâlet üzere bildir. Muhakkak ki Allah hâinleri sevmez.”1
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudîleri üzerine gidilecekti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine’de yerine Ebû Lübâbe bin Abdi’l-Münzir’i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza’ya vererek Kaynuka Oğulları üzerine yürüdü.
Bu Yahudîlerin kuvvetli ve sağlam kaleleri vardı. Peygamberimizin üzerlerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları muhasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.2
Abdullah bin Übey’in Peygamberimize müracaâtı
O sırada Kaynukaoğullarının müttefiki bulunan münafıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selûl çıkageldi. Peygamberimizin yanına gelerek, “Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu münafığın sözlerini duymamazlıktan geldi. Bunun üzerine Abdullah bin Übey aynı sözlerini tekrarladı:
“Yâ Muhammed! Benim müttefiklerime lütuf ve iyilik et!”
Peygamber Efendimiz bu sefer yüzünü çevirdi. Fakat, Abdullah bin Übey, aynı şeyleri tekrarlamaya devam etti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin” buyurdu ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine’den Şam’a sürülmelerini emretti.1
Avfoğullarından Übâde bin Sâmit de öteden beri Kaynukaoğlulları Yahudîlerinin müttefiki idi. Onları bıraktırmak için Peygamber Efendimizin yanına gelmişti. Efendimizle Abdullah bin Übey arasında geçenleri görünce, “Yâ Resûlallah! Ben, Allah’ı, Peygamberini ve mü’minleri dost tuttum. Şu kâfirlerin müttefikliğinden ve dostluğundan uzaklaştım” diyerek Beni Kaynuka Yahudîleriyle olan müttefikliğini ve dostluğunu bıraktığını ilân etti. Bunun üzerine inen âyette şöyle buyuruldu:
“Ey îmân edenler. Yahudîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudur.2 Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlimler gürûhunu doğru yola iletmez.”3
Resûl-i Ekrem Efendimizin asıl maksadı; Yahudîlerin fitne ve fesadını Medine’den uzak tutmak, meydana getirecekleri tehlikelere mâni olmaktı. Medine’den sürgün edilmeleriyle de bir bakıma bu gaye tahakkuk ediyordu.
Kaynukaoğullarına Medine’yi terketmeleri için tanınan süre üç gün idi. Üç gün mühlet bitince, Şam’a doğru yola çıktılar. Vadi’l-Kura’ya gelince orada bir ay oturdular.
Burada oturan Yahudîler, onların yayalarına binek ve kendilerine de yiyecek verdiler. Buradan da ayrılan Benî Kaynuka Yahudîleri Ezruât’a kadar gidip, oraya yerleştiler. Çok geçmeden de nesilleri kesildi.1
* * *
Sevik Gazvesi
Hicretin 2. senesi, 5. Zilhicce, Pazar günü. Kaynukaoğulları Yahudîlerinden 700 kişinin Medine’den sürgün edilmeleri, şehri büyük bir rahatlığa kavuşturmuştu. Peygamberimizin bu hareketi İslâmın inkişafı bakımından oldukça önem taşıyan bir hâdiseydi. Eğer fesad şebekesi durumunda olan bu Yahudîler İslâmın merkezi Medine’de bırakılmış olsalardı, Müslümanlara bir çok hâince planlar tertipleyecekleri şüphesizdi. Sürgün edilmeleriyle bu fırsat ellerinden alınmış oluyordu.
Şehrin dahilinde tam bir sükûn ve huzur hâkimdi. Ancak, haricin emniyeti pek iç açıcı değildi. Kureyş müşrikleri Bedir mağlubiyetinin ağır acısını unutamamışlardı, unutmak da istemiyorlardı. Nitekim, Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun öldürülmesiyle, Ebû Süfyan kendisini âdeta Kureyş müşriklerinin reisi makamında görmeye başlamış ve Bedir mağlubiyetinin intikamını almak için harekete geçmişti. Peygamberimiz ve Müslümanlardan intikam almadıkça kadınlara yaklaşmayacağına, koku sürünmeyeceğine ve yıkanmayacağına and içmişti.1
Bu andını yerine getirmek için Ebû Süfyan, 200 kişilik bir süvari kuvvetiyle Medine önlerine kadar sokuldu. Aslında bu kadarcık bir kuvvetle Müslümanlara karşı çıkamayacağını kendisi de gayet iyi biliyordu. Sadece yaptığı yemini yerine getirmek, sözünden caymış olmamak için buraya kadar çıkıp gelmişti.
Gece vakti, henüz Medine’de ikâmet eden Yahudî kabilesi Benî Nadr reisinin yanına gitti ve ondan Müslümanlar hakkında bir çok gizli malumat aldı.
Daha sonra Medine’ye üç mil kadar uzaklıkta bulunan Urayz mevkiine kadar sokulan müşrik kuvveti, burada sık bir hurmalığı ve iki evi ateşe vererek, tarlasında işiyle meşgul Ensardan müdafaasız bir işçiyi de şehid ettiler.1
Bunları yapmakla sözünün yerine geldiğini kabul eden Ebû Süfyan, takip edilip yakalanma korkusundan beraberindekilerle birlikte sürâtle oradan uzaklaşarak Mekke’ye doğru yol aldı.
Resûl-i Ekrem baskını haber aldı. Ensar ve Muhacirlerden iki yüz kişi ile müşrik mütecavizleri takibe çıktı. Kimseyle karşılaşmadı. Müşriklerin sürâtle kaçıp gittiklerini öğrendi.
Müşrikler kaçarken beraberinde yiyecek olarak getirdikleri “sevik” denilen kavrulmuş buğday ununu torbalarıyla birlikte ağırlık yaptığı ve sürâtle uzaklaşmalarına mâni olduğu için yollarda yer yer bırakmışlardı. Mücahidler bu Sevik torbalarını topladılar. Gaza da adını buradan aldı.2
Kaynak: Salih Suruç'un "Peygamberimizin Hayatı" isimli kitaptan alınmıştır.
|