3- KLAVUZ
KLAVUZ
Yıllar öncesini hatırladı. O filozof edasıyla kendisi canlandı hayalinde. "Küçük filozof tabirini iyiden iyiye yakıştırıyordu kendisine.
Daha o zamanlar bir boşluk hissetmişti içinde. Bir ölçüye ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Bunun için de zamanının çoğunu düşünmekle geçirmişti. Düşündükçe, düşüncede derinleşmiş, bir nihayet noktaya gelip dayandıktan sonra da çeşitli varyantlardan geriye dönmüş ve artık düşüncelerine tesir eden her hadiseyi, ruhunda iz bırakan her düşünceyi kendince te'vil etmişti. Ve neticede ortaya çıkan bu "düşünce yumağına" ölçü diye sarılmıştı.
Dahası onları umumileştirmiş ve kendince adeta bir "insanlık kanunu" ortaya çıkarmıştı. Başkalarının "küçücük" dediği dünyasında o büyük bir saltanat kurmuştu, istediğini kesip-biçiyor, istediği düşünceyi mahkûm ediyor, istediğine yeni isimler takıyordu. Kendi dünyasında, herkesin dünyasına onun ölçüleri hâkimdi.
O böyle düşünürken, kendisinin kendi ölçüleriyle o gün "deli" bugün ise "bir inayet eli" dediği bir nur, kapısına gelmiş, ona düşüncelerinin "asılsız", saltanatının "kararsız", ölçülerinin ise "eksik" olduğunu söylemiş, o ise önceleri diretmiş sonraları vecd içinde baş eğmişti. Şimdi ise yolunda can vermeyi cana minnet bilirdi.
Düşünce dünyası bir anda alt-üst olmuş ve anlamıştı ki, bir çok mantıksızlığın "mantıklı" kılıfına bürünüp teşhir edildiği bir devirde "eğriyi doğrudan tereddüt etmeden seçebilecek bir ölçü" çerçevesinde düşünmek gerekti. Ve anlamıştı ki; bir kılavuz gerekti...
Yıllarca düşündüklerinden yanına kâr kalan tek şey; hakikata kılavuzsuz gidilemeyeceği, gidilse netice vermeyeceği veya neticenin bir çıkmaz olacağı gerçeğini öğrenmiş olmasıydı.
İşe yeniden başlamalı, yepyeni bir düşünce dünyası kurmalıydı. Elinde bir ölçü, önünde de bir kılavuz olduktan sonra neden olmasındı? Bir arı gibi, düşünceden düşünceye konacak, ölçüleri dahilindeki düşünceleri yepyeni bir terkip ve tahlile tabi tutacak, böylece bir "düşünce yumağı" yerine bir "düşünce ufku" kazanacaktı. Öyle de yaptı...
Maddi âlemin ezeli olmadığı ve ezelden gelmediğimiz anlaşılmıştı. Çünkü, madde ezeli olsa termodinamik kıyametin çoktan kopmuş olması, ezelden gelmiş olsak, hareket ve dolayısıyla zaman sıfıra düşmüş olacağından şu anda "ebed"de olmamız gerekirdi. Demek ki, bir "ilk varoluş" vardı. Ve bu, "var olanın inşası" değil "yoktan varoluştu". Bunun içinde bir "Var eden'' gerekti...
Bazı insanlar vardı. Düşüncelerini "yaratılışın temelinde gayesizlik" ve "ilimsiz inşa olabileceği muhalleri (imkansızlıkları) üzerine bina etmişlerdi. Çünkü yoktan varoluşu kabul etmek, yoktan var edeni kabul etmek demekti. Bu ise gayesizlik ve tesadüfü kabul etmemeyi gerektirirdi. O ise "yaratıcı"yi kabul ettiğine göre bu temele dayanan düşünceleri kabul edemezdi. Çünkü yapan bilirdi. Bilen yaptığının idaresini başkasına vermez, kendisi hükmederdi.
Biraz düşününce anladı ki, bu yeni bir düşünce değil, düşününce gidilecek nihayet yerdi. Kendinden evvel nice insanlar düşünmüş ve hep aynı yere gelmişlerdi. Belki de bu düşünce, tarihten yükselen en yüce sesti.
Ülfet perdesini kaldırıp dikkatle bakınca her varlık bir sanat abidesiydi. Ve netice itibariyle herşey faydalı ve güzeldi. Ya bu, bir "Mutlak Güzel”e işaret değil miydi?
Peki, Yaradan Güzel’se şayet, güzelliğini görmek ve göstermek istemeyecek miydi?
Düşünce perdesini biraz daha aralayınca anladı ki kendisi o "Güzel"e bir ayineydi (ayna idi). Fakat "canlı bir sanat abidesi" olması itibariyle gösteren, şuur-göz ikilisine sahip olması itibariyle de gören, çift yüzlü bir ayineydi. Fakat bundan öteye gidemezdi... Kılavuz gerekti...
Düşüncelere istikamet, bakışlara yön verecek bir kılavuz gerekti. Yaradan kimdi? Kâinatı ne için yaratmıştı..? Biz kimdik, vazifemiz neydi..? Bildirecekti.
İşte bunun için nice elçiler geldi. Senelerce inledi. Düşüncenin ve aklın varamadığı gerçekleri bildirdi. Peki, kabul etmemek de nedendi? Çünkü his ve heveslere bir sınır çizdi, düşüncelere istikamet verdi ve mükellefiyetler getirdi... Bunlar, iradenin gemini nefse teslim edenlere ağır geldi...
Artık ölçüsü vardı. Karsısına çıkacak her hadiseye "sen benim ölçülerim dahilinde misin?" diye sorabilir, değilse geçit vermeyebilirdi.
Ömer Faruk ÖZBEY
PM'den